Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken'in: ''Unutulanı''
Tavan arasındaki ölü sevgilisiyle hesaplaşan bir adamın bilinç akışı nasıldır, Atay okuyucuyu nasıl sürükler; gelin bir bakış atalım.
Oğuz Atay, modernizmin edebiyatımızdaki yapı taşlarından biridir. ‘Eğer o olmasaydı’ diye başlayan çoğu cümlenin edebiyatımız açısından olumsuz biteceğine eminim. Atay’ın gözleri o dönemde çoğu kişinin fark etmediği belki de önem bile vermediği şeyleri gördü ve içselleştirdi. Ona göre gecekondular bir gecede katı çıkılmış binalar değil bir yabancılaşmanın da habercisiydi. Döneminin bilimsel gelişmelerine de uygun olarak modernizmde zamanda yırtılma, neden sonuç ilişkilerinden sıyrılma ve Atay’ın eserlerinin çoğunda değişen insan ilişkileri, hayatın hızlı değişiminin sonuçlarının eleştirildiği protest alt yapılar görürüz. Benim bu metinde yer vereceğim Oğuz Atay eseri ise; içerisinde sekiz hikâye bulunan ve kitabın ismini de bu hikayelerden birinden alan Korkuyu Beklerken eseri.
‘Unutulan’ hikayesi yer yer insana rahatsızlık veren bir örüntüye sahip. Ama bu rahatsızlık bende öyle kaçıp saklanma isteği uyandırdı ki kitabın kapağını kapatıp nasıl olabilir diye defalarca düşündüm. Okurken çok keyif almaktan ziyade Atay’ın perspektifinden metne bakmaya çalıştığımda bu bir düşünsel çizgiye dönüştü, konuşmalar ve konuşmaların yapıldığı mekanlar sözcüklerin ellerimden akıp giden birer su tanesine dönüştüler. Sonrasında da hangi kaba koysam o şekli aldılar. Hikâyede umutsuzluk, korku, gerginlik, umursamazlık ve vurdumduymazlık hisleri bazı noktalarında en üst düzeyde yaşandığından karakteri bazen alıp karşıma oturtmak gibi bir hisle doldum. Diğer yandan Atay’ın dili kullanmadaki özgünlüğü; okuyucuya dehşet veren satırları bile sade bir dille anlatması onun bu iş için biçilmiş kaftan olduğunu gösterir nitelikte. Bu sakinlikle aslında karakter gerçekten ne hissetmiş gerçekten ne düşünmüş olabilir çalkantısıyla beni sürekli bir düşünme haline soktu.
Hikâye kısaca şu şekilde; eski kitaplara bakmak için tavan arasında çıkan karakterimiz karşısına çıkan ‘eski’ eşyalarla yakın geçmişine biraz da iç hesaplaşma halinde yolculuk ediyor. Bu yolculuk önceki yaşamıyla başlıyor, anne-babasıyla devam ediyor ve eski sevgilisiyle sona eriyor. Karanlıkta elinde bir el feneriyle eski kitaplarına bakmaya çalışan karakterimiz yerde bir şey fark ediyor. Korka korka feneri tutuyor o şeyin üzerine ve fark ediyor ki yerde boylu boyunca uzanan eski sevgilisi. Feneri eski sevgilisinin üzerinde gezdiriyor ve elinin uzandığı yerde bir silah görüyor. Hikâyenin asıl hesaplaşması tam burada başlıyor işte; önce bir şaşkınlık yaşasa da bu şaşkınlığı yerini vurdumduymazlık ve umursamazlığa bırakıyor. Eski sevgilisiyle konuşmaya başlıyor sonra -hiç ölmemiş gibi- onu hiç unutmadığından, görünüşe aldanmaması gerektiğinden bahsediyor. Onu muhtemelen en son gördüğü gün üzerinde olan kıyafetleri bile hatırladığını söylüyor ki acıdır böceklerin altından girip üstünden çıktığı kıyafetler o kıyafetler oluyor. Ölüyle konuşma etkinliği bir süre devam ediyor ve en son karakterin ‘’Seni çok mu yalnız bıraktım sevgilim?’’ dediğini okuyoruz. Aşağıdan sevgilisinin sesini duyuyor ve tavan arasını terk ediyor karakterimiz. Bu hikayeyle ilgili bir inceleme bölümüyle devam etmek istiyorum: ’’ Hikâye, karşıtlıklar üzerin kurulmuştur. En belirgin karşıtlık ise ölüm/yaşam arasındakidir. Bunun yanı sıra geçmiş/bugün, doğal/doğaüstü gibi zıtlıklar da bulunur. Bu unsur ise gotik edebiyatın bir özelliğidir. Gotik eserlerin olay örgüleri de karşıtlıklardan faydalanılarak oluşturulur. “Unutulan” hikâyesini, gotik edebiyat bağlamında incelerken bir sınıflandırmaya tâbi tutmak istersek onu, “duygusal gotik” olarak nitelendirebiliriz; çünkü hikâyede aşk ögesi ağır basmaktadır.’’ (Kılıçkaya,2016). Bu ifadeye ek karakterimizin elindeki feneri yeni sevgilisi vermiştir, feneri burada bir metafor olarak kabul edecek olursak geçmişini aydınlatan bugünü müdür? Ya da tavan arasında unutulmaya mahkûm ettiğimiz şeylere son kez de olsa bakmaya hakkımız var mıdır? Bu tip sorulara ortak bir cevap vermek istersem şunu söyleyebilirim; belki de gerçekten tavan arasında tozlar ve böceklerin arasında kalmış olan şeyler orada kalmaya devam etmelidir çünkü tavan arası geçmişse aşağıda bekleyen sevgili bugündür. Tavan arasında kalmaya devam etmek kulağa eski sevgilinin silahıyla kendini vurmak gibi geliyor. Geçmiş bu hikayedeki gibi bazen sadece geçip gitmiştir.
‘’Sokağa fırlamak, ‘ona’ gitmek için, öldürücü bir ümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini, kendini öldüreceğini hiç düşünmedim.’’
Tavan arasında öylece unutulmaya -özellikle edilgen çatı kullandım çünkü herhangi biri tarafından bile unutulsa huzura kavuşacağını düşündüm- hatta ‘çürümeye’ bıraktığı eski sevgilisi onda bir ‘ölüm’ isteği uyandırıyor. Ancak sonra sanki kendisini öldürme düşüncesi ölen sevgilisini korkutacakmış gibi bu düşünceden vazgeçiyor. Bir insanın ölüsü bile kendisini ikna edebiliyorsa, onca zaman nasıl onu orada o şekilde nasıl bırakabilir? Ya da onun zavallı bedenini bir mezara kavuşturmak istemez? Bu onu hala çok seviyor olmak mıdır yoksa onu hala etrafında tutma bencilliğini göstermek mi? Bu sorulara karakter karşımda otursaydı nasıl yanıtlar verirdi bilmiyorum ancak işlenen her satır gibi bu sorular da bir ip gibi sanki karakterin boğazına geçirilmesini reddettiği. Ben de sanırım ona ne olduğunu biraz olsun anlamak için seçtim bu bölümü ama anlam vermekten öteye geçemedim sanırım. Belki de karakterimizin yaptığı şey de tam olarak buydu; anlam vermekten öteye geçememek. Bu yüzden belki de ölü sevgilisini ikinci kez terk ederek öylece sevgilinin yanına dönebilmişti.
‘’Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama, sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim.’’
Bu cümlelerde bağıran, adeta ben buradayım diyen tek bir şey var; kabullenememek. Yaşadıkları büyük kavgadan sonra tavan arasına çıktığını kabullenememek, orada intihar ettiğini kabullenememek belki de o geçimsizliğe rağmen onsuz yaşayamayacağını ona açıkça belli etmesini ve aslında intihar ederek onu terk ettiğini kabullenememek. Bu çıkmazalar bulvarındaki bir şeyin nedeni; tavan arasında onun zavallı cansız bedenini hayatındaki yeni kişiye rağmen tutmaya devam etmesi ‘’Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek yeter.’ şeklinde açıklanıyor. Ancak hikâyenin bir yerinde ‘’Onu unutmadım, onun orada olduğunu unuttum’’ itirafıyla bir duraksama yaşıyorsunuz çünkü karakterin adeta hastalıklı yanını kendi ağzından duymuş oluyorsunuz. Birinin var olduğuna duyduğu ihtiyaçmış gibi görünen o cümle ölen sevgilisine söylediği hafif bir söz olarak süzülüyor ve bir merminin ağırlığıyla tekrar tekrar patlıyor ölü sevgilisinin kafasında.