Oğuz Atay'ın Postmodern Edebiyatına Yolculuğu: Tutunamayan Bir Yazarın Manifestosu

Sevgili okuyucum neredesin? diye seslenişine ''Buradayız'' diyerek kulak verenlerle...

Oğuz Atay, 12 Ekim 1934 tarihinde Kastamonu'da doğmuştur. Edebiyatçı bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Atay, edebiyata olan ilgisini erken yaşlarında keşfetmiştir. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde eğitim gördükten sonra Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalışmaya başlamıştır. Burada daha önce keşfettiği ilgisini taçlandıracak bir hamle yapmış ve kariyerini ilgisi ve yeteneği doğrultusunda değiştirmeye karar vermiştir. Oğuz Atay, sağlığında yeterince tanınmadığından yakınmış ve ölümünden altı yıl sonra yayımlanan günlüğünde de "yaşarken unutulduğu" vurgusuyla karşılaşılmıştır.Oğuz Atay'ın sağlığında yeterince tanınmamış olmasının pek çok sebebi olabilir: Yeni bir edebi tarz benimsemiş olması, dönemin şartları nedeniyle anlaşılmamış olması, dilinin eleştirel ve alaycı olması, dönemin siyasi atmosferi sebebiyle tercih edilmemiş olması gibi... Ancak, ölümünden sonra eserleri geniş bir okuyucu kitlesi tarafından keşfedilmiştir. Onu gerçekten tanımak için eserlerine dahil olmak önemlidir. Oğuz Atay'ın eserlerinde, varoluşsal sancılar çeken, kimliklerini arayan ve yaşam ile ölüm arasında sıkışıp kalmış karakterlere yer verilir. Onun kurmaca dünyasında karamsar temalar hakim olsa da umutsuzluğun içinde bir umut ışığı da bulundurmayı ihmal etmez.

Oğuz Atay'ın eserleri, Türk edebiyatında yeni bir dönemi başlatmıştır. O,eserlerinde bilinç akışlarına,iç diyaloglarla, parodi ve pastiş gibi birçok tekniğe yer vererek postmodernizime ait bu terimlere kılavuzluk yapar. Onun dili, geleneksel anlatı tekniklerinden uzaktır. Eserleri genellikle iç monologlar ve günlük vari bir tavır ve yazılardan oluşur. Bu yeni teknik, bizlerin onun oluşturduğu karakterlerin katmanlı dünyalarına doğrudan girmemizi ve düşüncelerini anlayabilmemizi sağlar. Oğuz Atay'ın eserlerini düşündüğümüzde, aklımıza önce karakterleri gelir. Orijinal nitelikte oluşturduğu bu karakterler, birçok zaman eser isimlerinin önüne geçer. 'Tutunamayanlar'' eserinde Selim Işık, Turgut Özben, Süleyman Kargı, Günseli Ediz... 'Tehlikeli Oyunlar'' eserinde Hikmet Benol ve ''Bir Bilim Adamının Romanı'nda'' Mustafa İnan...

*

Oğuz Atay'ın akılda kalıcılığı çok yüksek olan bu karakterleri, karmaşık iç dünyalara sahip ve toplumsal çelişkilere sıkışmış kişilikler olarak karşımıza çıkar. Bu karakterler, genellikle kendilerini anlamaya çalışırken çeşitli zorluklarla karşılaşır ve gerçek kimliklerini bulma yolculuğuna çıkarlar. Kendi sorunlarını çözememiş aydınlar yine onun eserlerinde sıklıkla gördüğümüz karakterlerden. Atay, yukarıda örneklerini verdiğim karakter tiplemelerinin hiçbirini eserlerinde kurban olarak yansıtmaz. Hataları son derece net bir şekilde gözler önüne serilir. O, karakterlerin ruhsal durumlarını anlatmayı sever diyebiliriz.

Atay deyince aklımıza gelen şeylerin başında onun alaycı dili gelir ancak onun bu dili kullanmayı tercih etmesinin çok önemli bir gerçekliği vardır ki bu bireyin kontrol edemediği, değiştiremediği ve hoş karşılamadığı gerçekliği değiştiremeyecek oluşunun farkında olması ve onu yumuşatması isteğidir.

"Tutunamayanlar" adlı romanı, günümüzde dahi etkisini sürdüren bir başyapıt olmayı başarmıştır. Hâlâ gündemde önemli bir yer tutan bu kitap, Türk edebiyatında postmodernizm açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Roman alışılagelmiş geleneksel anlatı yapısından farklı bir şekilde yazılmıştır. Gerçeklik ve kurgu arasında bulanık bir sınır oluşturmuş, okuyucusunu sayfalar arasında kurduğu ilintilerden bir kayıkla metnin tam ortasına bırakmıştır. Okuyucu, romanın son sayfasına kadar aktif bir şekilde içeriğe dahil olmalıdır, çünkü o bulanık suların kendisini boğmasını engellemelidir. Kısaca, Atay'ın metinlerinin oldukça karmaşık yapıda olduğunu ve anlamak için dikkatli olmaktan çok daha fazlasını gerektirdiğini söyleyebilirim."

"Tutunamayanlar"da iç içe geçmiş birçok çerçeve bulunur. Her bir çerçeve içinde başka bir çerçeve yer alır ve her çerçevenin içinde birden fazla anlatı vardır.Yine onun eserlerinde bir kimlik ve benlik arayışı söz konusudur. Öyle ki belirsizliğin içinde yer alan yeni bir belirsizlikle sıkça karşılaşabilirsiniz. Bahsettiğim durumu ''Tutunamayanlar'' romanında bulunan bir karakter ile örneklendirebilirim. Tutunamayanları okumamış dahi olsak alıntılarda,duvarlarda,sosyal medya postlarında en az Selim ve Turgut karakterleri kadar karşılaştığımız '' Olric'' karakteri Turgut'un kendi benliğine istinaden oluşturmuş olduğu yeni bir benlikle ilintili tamamen hayali olan bir karakter.

Bu zamana kadar bahsettiğimiz ''Tutunamayanlar'' ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Elbette su gibi akıcı bir roman değil, ancak bıraktığınız andan itibaren kafanızda soru işaretleri oluşmasını sağlayan ve aklınızın orada kalacağı bir roman yapısına ve örgüsüne sahip.

Onun kurmaca dünyası yalnızlıklarla doludur. "Tutunamayanlar" romanının 151. sayfasında yer alan "Kelime ve Yalnızlık" başlıklı bölümünde şu ifadeler yer almaktadır: “Önce Kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu. Selim Işık yalnızlığını Kelimelerle besledi. Kelimelerin anlamını bilmeden önce tanıdığı yalnızlığı Kelimelerin içinde yetiştirdi. Eski yaşantılarının hastalığından yeni kalktığı sırada, aldırışsız Kelimeler konuşurken, eski yaraların eski Kelimelerinin göğsüne saplandığını duydu birden; sustu kaldı. Kelimeler, yalnızlığını yaşamasına da bırakmadılar onu. Her yandan kuşatıp saldırdılar. Kullandığı Kelimeler de dönüp ezdi onu, soluksuz bıraktı. Sonra, yatağından fırladı birden Selim; bütün Kelimeleri ve yaşantılarını ezdi ayağının altında. Güneşe çıktı. Güneş, gözünü acıttı bir süre sonra, perdelerini kapayıp Kelimelerin karanlığına döndü. Birtakım kelimeler bağışladı onu; aralarında gene yaşamasına izin verdiler. Bu kelimelerle birlik olup amansızca saldırdılar başka Kelimelere: aşağılayan, ezen, soluk aldırmayan Kelimelere. Yendi, yenildi; sonunda gene yenildi Kelimelere, Kelimelerle birlikte açtığı savaşta. Yalnızlık hep oradaydı.''

Roman, "Sonun Başlangıcı" bölümü ve bir mektupla başlıyor. Ana bağlantıyı oluşturan unsur, bu mektupta gizli olan arayışı içeriyor. İlk sayfalarda belirtilen üzere, mektup genç bir mühendis olan Turgut Özben tarafından yazılmıştır. Turgut, mektubunda kitabının yayımlanması için gazeteciden yardım istemiştir ve gazeteci bu isteği yerine getirmiştir. Tabii ki, bu süreç hızlı bir şekilde gerçekleşmez, aile görüşmeleri ve izinler gibi formaliteler yerine getirilir ve nihayetinde kitap yayımlanır.


Bu kısacık bölümün ardından "Yayımlayıcının Açıklaması" başlıklı bir bölümle karşılaşıyoruz. Bu bölümde, "kitaptaki yer ve tarihlerin tutarsızlığı ve ülkemizde geçtiği söylenen olayların yer aldığı kasaba ve şehir adlarının hemen hemen gerçek adlarla hiçbir ilişkisi olmaması, bu konudaki düşüncelerimize hak verdirmektedir. ( Syf.22) " ifadesiyle karşılaşıyoruz. Ayrıca, kitabın kurmaca olduğunun belirtildiği uyarı yazılarının bölümün tamamına yayıldığını görüyorsunuz.

İlerleyen bölümlerde önce Turgut Özben'in hayatına daha sonra geriye dönüşlerle birlikte Selim Işık'ın hayatına yer verildiğini görüyoruz. Bahsi geçen bu iki karakter, ayrı anlatıların sebebi olsa da romanda iç içe geçmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor. İçeriğinden bahsettiğimiz bu bölümlerde, birçok kurmaca eserde gözlemlediğimiz çoğulcu bakış açısının kullanıldığını görüyoruz. Bu bakış açısı, yazıyı farklı cephelerden ve çeşitli gözlerle anlatmayı hedefler. Anlatıcı ve perspektif değişimi, romanda Turgut'un hikayesi başladığı anda görülmeye başlanır. Bu değişim, roman boyunca etkisini sürdürür ve Olric'in devreye girmesiyle şekil değiştirir.

‘’ -Günahlarımın ağırlığına dayanamıyorum Olric. Neden beni uyarmadın?             -Buna hakkım yoktu efendimiz. Öyle güzel gürlüyordunuz ki. Size kapılmamaya imkân yoktu. Çevrenizdeki bütün sahtelikleri öyle güzel aydınlatıyordunuz ki. Bir daha göremeyecekler sizin gibi bir devi efendimiz.’’ (Syf.349)

Oyun metaforu, romanın anlatı yapısında ve olay örgüsünde belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Farklı karakterler, kendi hayatlarını adeta bir oyun sahnesinde yaşıyorlar. Örneğin: ''Tutunamayanlar'' romanında Turgut, kendini üst segmentte bir oyuncu olarak görmekteyken, Selim ise kendisini oyunda yer bulamamış bir figür olarak algılıyor. Romanın yapısı da oyun metaforuyla paralellik gösteriyor ve kullanılan teknikler bunu destekliyor. Eserlerinin içerisinde sıklıkla mektuplar, notlar gibi yazılı metinler bulunur ve bunlar sayesinde okuyucu uzun ve karmaşık bir koridorda yürüyormuş gibi hisseder aynı zamanda oyun dinamiğinin içerisinde kendisini de yerleştirir.

‘’ Benim bütün işim oyundu, bunu biliyorsun Turgut. Hayatım ciddiye alınmasını istediğim bir oyundu. Sen evlendin ve oyunu bozdun.’’ (Syf.31) 

Turgut ve Selim'in arkadaşlığını da '' oyun'' kavramı üzerinden inceleyebiliriz. Turgut ve Selim'in arkadaşlığı geçmişe dayansa da bu onların birebir aynı olduğu anlamına gelmez. Yukarı da kendilerini oyunda gördükleri rollerden bahsederken aslında aralarındaki farkı biraz görebiliyoruz. Turgut kendini üst segmentte bir oyuncu olarak görebiliyor çünkü Selim'in aksine topluma ve hayata daha kolay uyum sağlayabilen üzerine düşen rolleri hızlıca benimseyen bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Selim'i ise biz bu hayat adı verilen oyunda kendine yer ver bulamamış Turgut'un aksine içine kapanık, bir o kadar sorgulayıcı ve bir o kadar hayata '' tutunamayan'' bir karakter olarak görüyoruz.

Turgut ve Selim sadece hayatı bir oyun olarak görmezlerdi aynı zamanda hayattan kaçış yolunu bu oyunları yaşamlarına tamamen entegre ederek bu stresten kaçmaya da çalışırlardı. Romanın bütününe baktığımızda bu oyunlar aracılığıyla kendi sorunlarından uzaklaşmaya çalıştıklarını görüyoruz. Ben hatırladığım birkaç oyun örneğine yer verecek olursam romanda Selim ve Turgut , 'duraklar arası maç oyunu’, 'farklı isimlerle telefonda konuşma oyunu', 'başka insanlara mektup yazma oyunu', 'rol yapma oyunları' gibi oyunlar oynayarak vakit geçiriyorlar. Bu oyunlardan aklımda en çok kalanı ' duraklar arası maç oyunu' kitapta Selim'in bir şeyi yapmak için geçirdiği zorunlu vakitten yana canının çok sıkıldığını Turgut'un da bu konuda kendisiyle aynı durumda olması üzerine ona yolda uyguladı metodu anlatması üzerine rastlaşıyoruz bu oyunla. Oyunu Selim'in ağzından açıklayalım:

Her durakta karşı takıma bir gol atarım, onun attığı bir golü silerim. Nasıl mı? Turgut! Yüksek matematikteki başarısızlığın yüzünden okunuyor. Canım, ilk durakta, yani bindiğim durakta on dört-sıfır yenik durumda girerim maça. Geçtiğim duraklar benim yenilgimi önce hafifletir, sonra yavaş yavaş, zaman yenik düşmeye başlar bana. Üniversitede inerken, on dört-sıfır galip durumda olan benim, anlıyor musun? Zaman, hiçbir zaman kazanamaz bana karşı. Otobüs bir durağı, durmadan geçerse, bu o gün olacak başka olaylar için iyi bir işarettir. Yedinci durağa kadar içimi buruk bir acı ve endişe kaplar. Sanki, daha dün, zamanı aynı biçimde yenilgiye uğratan ben değilmişim gibi içim titrer. Dalıcı bir forvet gibi saldırırım zamansporun kalesine: on üç-bir, on iki-iki, on bir-üç... Tabii buradaki sayı sisteminde, gerçek spor kurallarıyla bir uyuşmazlık var gibi geliyor insana. Bu kadar ince düşünen insan, zamanı bu ince düşünceleriyle geçirir; benim oyunumu ne yapsın? Programımız burada sona eriyor, zamanım doldu. Bana müsaade..." ( Sayfa 41)

Tanzimat döneminden itibaren yazılan eserleri ve onların yazarlarını düşünün. Sürekli pohpohlanan bir aydın kesim ve onun gölgesinde bırakılan sefil bir halkın çatışması işlenir. Modernizm döneminde Atay ile birlikte bu çatışma görmezden gelinmedi ancak tepetaklak edildi. Burada bahsini geçirdiğim değişim onun karakter rollerini değiştirmesi sayesinde oldu. 'Tutunamayanlar' adlı eserinde, karşımıza kendi zihninin kör kuyularında hapsolmuş Selim'i önümüze çıkardı."

 Hesaplaşma günü geldi. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz…Hatta sizlerden büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar ya bu düşüncelerden uzak kaldık ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık…Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk…bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı…” ( Syf. 225 )

Eğer hala Oğuz Atay'ın eserlerini okuma fırsatı bulamadıysanız, dilerim okuduğunuz bu satırlar size onun eserlerini okumanız konusunda bir kapı açar.