Orta Çağ Hiç Bitmedi: Eco ve Medievalism
Umberto Eco ve popüler medievalism
Tarih kitaplarını karıştırdığımızda, Orta Çağ'ın barutun icadı, matbaanın yaygınlaşması veya İstanbul'un fethi gibi olaylarla sona erdiğini okuruz. Onu kılıçlar, kaleler, veba salgınları ve dogmatik inançlarla dolu, geride kalmış bir dönem olarak görmeye alışkınızdır. Peki ya Orta Çağ aslında coğrafi veya takvimsel bir dönem değil de, hepimizin içinde taşıdığı bir "ruh hali" ise?
İtalyan yazar ve düşünür Umberto Eco, meşhur romanı Gülün Adı ve diğer yazılarıyla tam da bu fikrin peşine düşüyor ki, modern Orta Çağcılık anlayışının yaratıcısı olarak biliyoruz onu. Eco'ya göre Orta Çağ, "Batılı insan olarak sürekli yola çıktığımız ve sürekli geri döndüğümüz bir durumdur". O, belirli bir tarihi dönemden ziyade, "tinsel bir bağlamdır". Bu çağ bizim kökenimizdir ve günümüzün en hararetli sorunlarının kökleri orada saklıdır.
Kesinlik Cenneti ve Belirsizlik Cehennemi
Eco'nun çizdiği "Orta Çağ" portresi, her şeyden önce mutlak bir kesinlik durumudur. Bu zihin yapısında, kelimeler ile temsil ettikleri arasında bir boşluk yoktur. Dünya, tek bir anlama gelen devasa bir kitaptır. Bu düzende bilginin görevi yeni bir şey aramak değil, zaten var olan bilgiyi korumaktır.
Gülün Adı'ndaki kör kütüphaneci Jorge de tam olarak bu fikri savunur: Bilgi mükemmeldir, tamamlanmıştır ve ona eklenecek bir şey yoktur. Bu iddia postmodern anlayış ile karşıt düşebilir ancak belirtmekte yarar var ki, Orta Çağcılık zaten insanın kendi yaratıcılığından fazlasıyla etkilenir ve bunu temsil ediş şekli kesin bilgiymiş gibi görünür.
Peki Orta Çağ'dan çıkış nasıl olur? Bu çıkış, işaretler ve anlamları arasına bir boşluk girdiğinde, yani belirsizlik başladığında gerçekleşir. İşte bu boşluğa, Kant'ın "insanın kendi kendine dayattığı ergin olmayış durumundan kurtulması" olarak tanımladığı Aydınlanma ruhu, yani akıl girer. Romanın dedektif-keşişi William von Baskerville bu ruhu temsil eder. O, dünyayı hazır reçetelerle değil, kendi aklının ve mantığının rehberliğinde, bir labirentte işaretleri takip eden bir dedektif gibi çözmeye çalışır.
Ancak bu özgürlüğün ağır bir bedeli vardır: "güvensizlik ve belirsizlik, insanın daimi yoldaşları haline gelir". İşte tam bu noktada "Orta Çağ'a dönüş" arzusu başlar. Aklın ve özgürlüğün getirdiği "korkunç buzlu varoluş akıntısından" ürken modern insan, yeniden kesinliğin, dogmanın ve otoritenin rahatlatıcı kollarına sığınmak ister.
Bu döngüsel hareket, yani kesinlik arayışı ile belirsizlikten duyulan korku arasındaki gidip gelme hali, "medievalism" olarak adlandırılan popüler kültür fenomeninin de tam kalbinde yer alır.
Popüler Kültürde Yaşayan Orta Çağ
Medievalism, Orta Çağ estetiğini, temalarını ve sembollerini alıp günümüzün endişeleri, hayalleri ve korkularıyla yeniden yorumlamaktır. Bu idea, birçok fantezi dünyası ve popüler kültürün en bilindik isimlerinin yaratılmasına yol açmıştır, bunlardan en popülerlerinden üç örnek verebiliriz:
- The Lord of the Rings: Tolkien'in başyapıtı, nostaljik bir medievalism örneğidir. Game of Thrones'un aksine, Yüzüklerin Efendisi daha idealize edilmiş bir Orta Çağ portresi çizer. Sanayi ve makineleşmenin (Mordor ve Saruman'ın Isengard'ı) tehdit ettiği, basit, doğal ve onurlu bir kırsal yaşamı (Shire) yüceltir. Bu, modern dünyanın getirdiği yabancılaşma ve yıkıma karşı duyulan bir özlemi yansıtır. Tolkien, Orta Çağ'ın "kesinlik" ve "doğal düzen" fikrini, modern dünyanın karmaşasına bir alternatif olarak sunar.
- Game of Thrones: Bu dizi, Orta Çağ'ın romantikleştirilmiş bir versiyonunu sunmaz. Aksine, kaleler, krallar ve şövalyeler gibi Orta Çağ'a özgü unsurları kullanarak son derece modern temaları işler: Siyasi sinizm, güç boşluğu, ahlaki belirsizlik ve yerleşik düzenlerin çöküşü. Game of Thrones'un dünyası, Eco'nun bahsettiği "kesinliğin kaybolduğu" ve herkesin kendi düzenini kurmaya çalıştığı, acımasız ve kaotik bir labirenti andırır. Burada kahramanlar ve hainler arasındaki çizgi belirsizdir; her karakter, William gibi kendi aklıyla hayatta kalmaya çalışırken, bir yandan da Jorge gibi kendi dogmalarını dayatma arzusundadır.
- The Witcher: Andrzej Sapkowski'nin eserleri, Orta Çağ'ın estetiğini kullanarak modern dünyanın ahlaki karmaşasını ve ötekileştirme sorununu ele alır. Dünya, canavarlarla doludur ama çoğu zaman asıl canavarların insanlar olduğu ortaya çıkar. Başkahraman Geralt of Rivia, bir "mutant" olarak toplumun kıyısında yaşar. O, William von Baskerville gibi, batıl inançlar ve bağnazlıkla dolu bir dünyada mantık ve pragmatizmle yolunu bulmaya çalışan bir figürdür. The Witcher'ın dünyası, eski düzenin çöktüğü, farklı ırkların ve ideolojilerin birbiriyle savaştığı, kesinliğin yerini hayatta kalma mücadelesinin aldığı bir geçiş dönemini yansıtır. Bu, tam da Eco'nun tanımladığı, eski kesinliklerin yıkıldığı ancak yenisinin henüz kurulmadığı o sancılı "Orta Çağ'dan çıkış" anıdır.
Orta Çağ, sadece tarih kitaplarında kalmış bir masal değildir. O, ruhumuzun derinliklerinde yatan bir problem, bir arayıştır. William'ın özgür ama bir o kadar da yorucu aklı ile Jorge'nin güvenli ama bir o kadar da boğucu dogması arasındaki gerilim, hepimizin modern dünyada yüzleştiği bir ikilemdir. Popüler kültürde Orta Çağ'a duyduğumuz bu bitmeyen ilgi de belki de bu içsel çatışmanın en belirgin yansımasıdır.