Oyun Dünyasının GOAT’ı Arthur Morgan’ın Hikayesi

Red Dead Redemption 2'nin efsane karakteri, Van Der Linde çetesinin en büyük oğlu Arthur Morgan'ın hikayesi.

Oyun dünyasının tartışmasız en büyük karakteri Arthur Morgan ile ilk defa Red Dead Redemption 2’de tanıştık. İlk çıktığında oyuncuların çoğu karakteri yadırgadı. Çünkü serinin ilk oyununda John Marston karakteri ile bir bağ kurulmuş ve Arthur Morgan’dan hiç bahsedilmemişti. Ve zaman akışına göre ikinci oyun ilk oyunun öncesini anlattığından bu durum eski oyuncularda bir rahatsızlık oluşturmuştu. Ancak oyunu oynadıkça karaktere daha çok bağlanan oyuncular Arthur Morgan ile çok daha derin bir bağ kurdu. Peki başta oyuncular tarafından istenmeyen, yadırganan bir karakter nasıl oyun dünyasının en sağlam ve en büyük karakterlerinden birine dönüştü? İşte bu Arthur Morgan’ın hikayesi.

Arthur Morgan 1863 yılında Amerika’nın kuzeyinde dünyaya geldi. Annesi Beatrice, Arthur henüz çocukken bilinmeyen bir sebepten dolayı vefat etmişti. Babası ise 1874 yılında, Arthur henüz 11 yaşındayken hırsızlıktan tutuklanıp asılarak idama mahkum edildi. Ve Arthur ise bu idama şahit oldu. 1877 yılında ise Arthur’da babası gibi bir suçlu hayatı yaşamaya başladı. Aynı tarihte Dutch Van Der Linde ve Hosea Matthews, bu genci sokakta bulup onu yanlarına aldılar. Böylelikle Van Der Linde Çetesi ilk üyesini bu şekilde kazanmış oldu. Dutch ve Hosea, Arthur’a babalık etti. Ona silah kullanmayı, avlanmayı, balık tutmayı yani hemen hemen bildikleri her şeyi öğrettiler.

Arthur gençlik yıllarında Mary adlı bir kızla tanıştı. Ve birbirlerine karşı derin bir aşk beslediler. Hatta nişanlandılar. Arthur, Mary’nin kardeşine at binmeyi bile öğretti. Ancak babası Arhur’un yaşadığı suçlu hayatından dolayı asla kızına layık olamayacağını ve böyle bir ilişkinin yaşanamayacağını söyleyerek bu ilişkinin bitmesine sebep oldu. Ve yolları ayrıldı.

1885 yılında ise Dutch, bir grup İllinois çiftçisinin dövmekte olduğu John Marston’u kurtardı. Ve böylelikle Arthur ile John tanışmış oldu. Henüz 12 yaşındaki John ile ondan yaşça daha büyük olan Arthur birbirleriyle kardeş olacak kadar yakınlaştı. Dutch, çocuklara yozlaşmış hükümete karşı anarşist görüşlerini aşıladı ve vaazlar verip bildiklerini aktardı. Yıllar geçtikçe Arthur ve John, Dutch’ın en sevdiği oğulları olarak görülmeye başlandı.

1887 yılında Arthur çetenin ilk büyük banka soygununda önemli bir görev aldı. Dutch, Hosea ve Artur üçlüsü, bu soygunda 5000 dolar değerinde bir altın vurgunu yaptı. Ve parayı; kasabada dolaşıp, barakalara, yetimhanelere dağıtarak kendilerini Robin Hood figürleri olarak hayal ettiler. Arthur ise bu soygun sonucunda aranan bir adam haline geldi.

Birkaç yıl sonra Arthur, 19 yaşında Eliza adlı bir garsonla tanışıp onunla birliktelik yaşadı. Ve bunun sonucunda oğlu Isaac dünyaya geldi. Eliza, Arthur’un nasıl bir hayatı olduğunu bilmesine rağmen onu olduğu gibi kabul etmişti. Arthur’da düzenli zaman periyotlarında onları ziyaret ederek güvende olduklarından emin olup aynı zamanda ihtiyaçlarını karşılayıp hasretini gideriyordu. Ancak bir gün bu ziyaretlerden birini yapmaya gelen Arthur evin kenarında iki mezar gördü. Ve ailesinin öldüğünü o an anladı. Hem de ev soyan birkaç hırsız tarafından yalnızca 10 dolar için ölmüşlerdi. Bu durum Arthur’u olgunlaştırdı ve onun gibi bir kanun kaçağının asla sıradan veya güzel bir hayatının olamayacağını kendisine ebediyen hatırlattı.

Van Der Linde Çetesi; kimsesi olmayan, dışlanan, kurtarılmaya muhtaç kanunsuzları kurtarıp onlara yol gösteren Dutch sayesinde zamanla büyüdü ve bir çeteden çok aileye dönüştü. Bu süreçte çete gittikçe kalabalıklaşmaya başladı. Ve dolayısıyla güçlendiler.

1899 yılının bahar mevsiminde çete West Elizabeth’e ulaştı ve oradaki sanayileşme sürecinden geçen bir kasaba olan Blackwater’ın yakınlarında saklanmaya karar verdi. Bu süreçte Arthur ve Hosea bir emlak dolandırıcılığı planlarken Dutch ise şehre gelen ve içerisi zengin insanlarla dolu bir feribotu soymanın planını yapmaya başladı. Çeteye yeni katılan Micah Bell bu planı desteklerken Arthur ve Hosea’nın çekinceleri vardı. Ve onlar dolandırıcılık planlarını uygulamak üzere eyleme geçti. Ancak feribot soygunu beklendiği gibi gitmedi. Ve çeteye sonradan da bela olacak Pinkerton Ulusal Dedektiflik Ajansı tarafından pusu kurulup ve büyük bir çatışma patlak verdi. Bu çatışma sonrasında “Blackwater Katliamı” olarak adlandırıldı. Arthur ve Hosea’nın da sonradan çatışmaya katılmasıyla çete kendini oradan zor bela kurtarabildi. Ve birkaç üye orada vefat ederken birkaçı da ağır yaralar aldı. Bu olayın üstüne çete kuzeydeki karlı dağlara doğru kaçmış ve bulunmamak için dua etmiştir. Ancak Arthur bu soygunun bir tuzak olduğuna dair bir şüphe duyuyordu.

Oyun işte tam da bu soygunun ardından gözlerden uzak olmak için kuzeydeki karlı dağlara kaçan çeteyi görmemiz ile başlıyor. Arthur Morgan, çetenin en büyük oğlu konumunda olduğundan hayatını bu çeteye adayıp onları ailesi olarak görüyor. Bu yüzden herkesten daha çok sorumluluk alıyor. Çete için karlı dağlarda hayvan avlıyor, tehdit teşkil eden insanları susturuyor, para getiriyor ve bunları yaperken kendi çıkarını hiç gözetmiyor. Çünkü hem doğduğu ailesini hem de kurduğu aileyi koruyamamış olmasından kaynaklı bir travmaya sahip. Van Der Linde çetesini ailesi olarak görüyor ve korumak kollamak için elinden geleni yapıyor. Oyunun ikinci bölümünde çetenin muhasebecisi ve aynı zamanda tefecilik yapan Herr Strauss’un isteği üzerine, borç verdiği çiftçilerden birini borcunu ödemesi için tehdit etmeye giden Arthur hasta bir çiftçi olan Thomas Downes’ı korkutmak amaçlı ağır bir şekilde hırpalaması sonucunda tüberküloza yakalanıyor. Ancak bunu henüz fark etmiyor.

Oyun ilerledikçe çete yaptığı soygunlar sebebiyle yine ve yine kaçış dolu bir hayat sürüyor. Pinkerton’ların yanı sıra zengin bir iş adamı olan Leviticus Cornwall, Van Der Linde çetesinin kan davalı olduğu O’Driscoll’ler ve daha birçok yeni tehdit çeteyi daha da doğuya sürüklüyor. Bir zamanlar batıya gidip zengin olma hayali kuran çetenin yeni hedefi ise son bir vurgun yapıp yurt dışına kaçarak tüm bu koşuşturmaya ve kaçışa bir son vermek oluyor. Büyük bir vurgun planlayan çete bu sefer de Rhodes kasabasında kasabayı yöneten iki kan davalı aileyi birden soymaya kalkıyor. Kasabada sürekli ağızdan ağıza dolaşan ailelerin altın dolu mirasını… Ancak iki ailede çetenin niyetini anlıyor. Ve Gray ailesi çeteye pusu kurup Sean MacGuire’ı öldürüyor. Bunun üzerine çete Gray ailesini yok ediyor. Braithwaite ailesi ile John’un oğlu Jack’i kaçırıyor. Ve çete hem sadece efsaneden ibaret olan altınları bulamıyor hem de daha çok kayıp vermiş oluyor. Öfkeden ve korkudan deliye dönen çete Jack’i kurtarmak adına Braithwaite ailesinin malikanesini basıyor. Ancak ailenin başı olan Catherine Braithwaite’in Jack’i Saint Denis’deki İtalyan mafyası Angelo Bronte’ye sattığını öğreniyorlar. Ve bu sinirle malikaneyi ateşe verip Saint Denis’e doğru yola çıkıyorlar. Bir kasabayı daha cesetler ve dehşetler içinde bırakan çete yine doğuya ilerliyor. Arthur bu durumdan ne kadar rahatsız olduğunu Dutch’a dile getirse de nafile… Dutch onun gözünde bir mentordan daha fazlası olduğu için ona inanmayı tercih ediyor. Çünkü Dutch’ın her zaman bir planı vardır. Ancak Saint Denis’te yolunda giden tek şey küçük Jack’i olaysız bir şekilde Bronte’nin elinden almak oluyor. Bunun dışında Bronte, çeteyi kullanıyor ve kandırıyor. Çete Saint Denis kadar büyük bir şehre ilk defa geldiğinden oranın dinamiğini çözmekte bir süre zorlanıyor. Bu esnada Arthur kasabadanın kilisesinde bulunan Rahip Dorkins adlı bir adamla tanışıp ona yardım ediyor. Ve sonrasında aynı kilisenin rahibesine de yardımcı oluyor. Arthur artık yalnızca çeteyi düşünmüyor. İnsanlara yardım etmeye de başlıyor. Şehirde bir gün dolaşırken hırpaladığı çiftçinin eşi olan Edith Downes ile karşılaşıyor. Thomas, Arthur’un ziyaretinden kısa bir süre sonra hastalığından dolayı vefat etmiş ve geriye kalan eşi oğlunu da alıp para kazanma ümidiyle şehre gelmiş ancak işler istendiği gibi gitmeyince Edith Townes fahişelik yapmaya başlıyor. Ve Arthur’u hatırlayınca başından def etmek için kanun adamlarına yardım diye bağırıyor. Arthur her ne kadar pişman olduğunu söylemek istese de fırsat bulamıyor ve oradan kaçıyor. Bu esnada çete şehir hakkında yeterince bilgi topluyor. Ve yurt dışına kaçmak için Saint Denis bankasını soymaya kalkıyor. Ancak işler yolunda gitmiyor. Ve Pinkerton’lar ve şehir polisleri bir anda etraflarını sarıyor. Soygun esnasında Hosea Matthews çetenin gözü önünde Pinkerton ajanı Milton tarafından vuruluyor. Ve yine kaçmaya çalışan çete üyeleri Lenny Summers’ın da ölümüne şahit oluyor. Çetenin en eski üyesi ve en genç üyelerinden biri aynı gün içinde hayata gözlerini yumuyor. Ayrıca John’da tutuklanıyor.

Soygunu yapan çete üyeleri kampa geri dönemediğinden limandaki bir gemiye binip şehri terk ediyorlar. Ancak tekne çıkan bir fırtına sonucu alabora oluyor ve Arthur hariç tüm üyeler kaçış botuna binip gidiyor. Ancak Arthur yetişemiyor. Birkaç gün sonra karaya vuruyor. Guarma adasına… Adada, Dutch’ı ve diğerlerini bulan Arthur’un durumu gittikçe kötüleşiyor. Hem çok su yutmasından hem sıcaktan hem de bi haber olduğu tüberkülozdan dolayı bitkin düşen Arthur’a biraz bile dinlenme fırsatı doğmadan adanın yerli güvenlik sorumluları çeteyi esir alıp birbirlerine zincirliyor.


Adadaki direnişçi kölelerin de yardımıyla bir şekilde kurtulan ekip kampa geri dönüyor. Ancak artık kimse birbirine güvenmiyor. Çünkü herkes birinin haber uçurduğundan şüpheleniyor. Dutch, Hosea’nın ölümünün ardından Micah’ın manipülasyonlarına uğramaya başlıyor. Ve Arthur bu zamana kadar ailesi bildiği adamların tek tek yok oluşlarına şahit olurken kendisi yerine çetede yalnızca birkaç aydır var olan birine güvenilmesine üzülüyor. Bu süreçte Arthur’un hastalığı artık belirginleşmeye başlıyor. Çökmüş göz altları, yoğun ve şiddetli öksürükler, aşırı kilo kaybı. Ve bir gün şehirdeyken bayılıp bir vatandaş tarafından doktora götürülüyor. Ve doktor tüberkülozu olduğunu ve tedavisinin olmadığını söylüyor. Kampa geri döndüğünde bu halinde bile kendini önemsemeyip John’u kurtarmak isteyen Arthur, Dutch’ın yanına gidiyor ancak Dutch, John’u kurtarmak için daha zamanın olduğunu ve daha sonra olacağını söylüyor. Arthur artık yıllardır babası bellediği bu adama güvenini yavaşça kaybetmeye başlıyor. Ve Micah’ın da onu köstebek olduğundan emin hale geliyor. Ancak önceliği John olduğundan bir şey yapmıyor. Sadie ile bir plan yapıp ve John’u hapishane adasından birlikte kurtarıyorlar. Ve John kampa geldiğinde Dutch sevinmek yerine neden burada olduğunu sorgulayınca Arthur bir şeylerin farkına varıyor. Onu orada bırakacağını anlıyor. Ve çocukluğundan bu yana yaşadığı her şeyin yükünü omzunda taşıyıp bu şekilde yaşayan Arthur, John’a uygun bir vakit geldiğinde eşi Abigail ve oğlu Jack’i de alıp kaçmasını söylüyor. Çünkü yıllardır aile bilip güvendiği adama inancını kaybediyor ve bir gün başarısız giden bir tren soygunu sonrası Pinkerton’lar çetenin kamp yerini de basıyor. Abigail’in Milton tarafından ele geçirildiğini öğrenen çete onu geride bırakma kararı alıyor. Ve Arthur bu kararla birlikte çete ile olan yollarını ayırıyor. Ve Sadie ile birlikte Abigail’i kurtarıyor. Burada Arthur, Milton’dan Blackwater Katliamı’ndan bu yana Micah’ın kendisine bilgi sattığını ve başından beri köstebek olduğunu öğreniyor. Sonrasında kampa geri dönüp yüzleşmeye gidiyor. Artık net bir şekilde bir köstebeğin var olduğu belli olunca çetedeki herkes birbirine silah çekiyor. Soygun esnasında vurulup trenden düşen ve ölü bilinen John, uzaktan gelip Dutch’ın onu ölüme terk ettiğini söylüyor. Ardından Arthur ve John hariç herkes Dutch’ın arkasına diziliyor. Ve Pinkerton’lar artık kampa giriş yapmak üzereyken kaçıyorlar. Ancak Arthur ve John savaşıyor. Sonrasında arkalarındaki mağaraya girip kaçan ikili kaçabildiği kadar kaçıyor. Ancak Arthur bir müddet sonra kaçamayacak bir hale geliyor. Bir yandan Dutch ve geri kalan çeteden diğer yandan da Pinkerton’lardan kaçamayacaklarını anlayan Arthur, şapkasını John’a takıyor eşyalarını John’a veriyor. Ve kaçmasını ailesi ile mutlu olmasını istiyor. Çünkü Arthur’un hayatta her zaman peşinden koşup da hiçbir zaman sahip olamadığı tek hayali bu. Mutlu bir aile… Bu vedalaşmanın ardından John kaçıyor. Ve Arthur’da oyalayabildiğince oyalıyor. Ancak Micah, Arthur’a arkasından saldırıyor. İkili bir süre yumruk yumruğa çarpışıyor. Ancak Arthur artık limitine ulaşıyor. Son anlarda ortaya çıkan Dutch ise hiçbir şey diyemiyor yalnızca Arthur’un son sözlerini duymakla yetiniyor ve onu oracıkta bırakıyor. Micah ile de yollarını ayırıyor. “Denedim… Ve en sonunda… başardım.” Yerde yatan Arthur hayatı boyunca yapamadığını yapmıştı. Tek ailesi olan John’u korumuş ve ailesine kavuşmasını sağlamıştır.