Pan’ın Labirenti: Gerçeklik ve Hayalin Kesiştiği Yerde Bir Masal
Umut, Direniş ve Hayal Gücü Üzerine Bir Yolculuk
Ofelia’nın yolculuğu, masalların büyülü diyarları ile gerçek dünyanın sert yüzü arasında dokunmuş bir kaderin izini sürer. Masalların zarif ama bir o kadar da keskin dokusuyla birlikte gerçek dünyanın travmalarına karşı koyar. Ofelia yalnızca kendi kaderini değil masalın büyüsüyle faşizmin karanlık gölgesini de değiştirmeye çalışır. Küçük kızın peri masallarına dalışı sadece bir kaçış değil aynı zamanda zalim düzene karşı yüreğinde taşıdığı bir başkaldırıdır. Masallar burada birer sığınak değil, birer silah olmuştur. Çünkü masallar çoğu zaman en sert gerçeklikten bile daha gerçektir. Kalbe dokunan, umut aşılayan ve en zor anlarda bile ayağa kalkmayı öğreten gizli birer güçtür.
Ofelia’nın masal diyarında bir prenses olarak kendini bulma çabası, sihrin cazibesinden çok kaybolan babasına duyduğu o tarifsiz özlemin bir yansımasıdır… Henüz 11 yaşındaki bu küçük kız, ruhunu saran kederin içinde kendi krallığını inşa etmeye çalışırken gerçek dünyada yitip giden babasının yokluğunu her nefesinde hisseder. Ona ait olmayan bu acımasız dünyada her çocuğun yüreğinde kök salan o korunaklı baba sevgisini arar.
Gerçek hayatta Ofelia’nın karşısında duran kişi ise üvey baba Vidal’dır. Soğuk, zalim ve katı. Sevgiden yoksun bu adam, Ofelia’nın gözünde bir baba değil yalnızca kalbinin taşıyamayacağı kadar ağır bir yabancıdır. Vidal’in katı kurallarına ve duygusuz varlığına karşı Ofelia’nın kalbi, babasının sıcaklığına sığınmak ister. Bu yüzden Pan’ın ona sunduğu masalsı yolculuk yalnızca fantastik bir serüven değil, özlediği baba sevgisine duyduğu derin hasretin ete kemiğe bürünmüş hâlidir.
Kayıp babasına ulaşmak, onun krallığına geri dönmek ve sıcak bir sevgiyle yeniden kucaklanmak… Bunlar Ofelia’nın masalına anlam katan en derin özlemleridir. Görevleri birer birer yerine getirme çabası bir prenses olarak tanınma arzusundan değil yüreğinin en gizli köşesinde babasına duyduğu sevgiyle beslenir. Her yeni adımda Ofelia, hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği o ince çizgide yürür. O ince çizginin her adımında babasının varlığına yaklaşma ümidi vardır.
Del Toro’nun ellerinde Pan, Ofelia’nın ruhsal yolculuğunda rehberlik eden gizemli bir varlığa dönüşür. Pan’ın mitolojik kökenleri insanoğlunun doğa ile olan kadim ilişkisinin bir yansımasıdır. Doğa, Pan’ın şahsında hem koruyucu hem de tehdit edici bir figür olarak tezahür eder. Tıpkı ormanın huzur veren sessizliği kadar aniden patlayan fırtınası gibi Pan da Ofelia’nın dünyasına hem yol gösterici hem de sınayıcı olarak girer.
Pan’ın labirenti bir geçit değil bir sınav yeridir. Ofelia’nın kendine dair tüm korkuları, kaygıları ve umutları burada sınanır. Pan, ne yalnızca rehberdir ne de bir düşmandır. O, Ofelia’nın kendi kaderini şekillendirmesine izin veren bir gölge, bir bilgedir. Antik mitlerin bu esrarengiz tanrısı, masalların o alışıldık güven veren peri karakterlerinden çok daha farklıdır.
Pan’ın Labirenti, masalların o büyülü perdesini aralayıp gerçeğin acımasız yüzüne baktıran, katman katman açılan derin bir alegoridir. Ofelia’nın Pan tarafından verilen görevleri, gerçek dünyanın karanlık ve yıkıcı güçleriyle yüzleşmenin kaçınılmazlığına işaret eder. Pan’ın sunduğu bu sınavlar masumiyetin yitimi, arzuların dizginlenmesi ve nihayetinde ahlaki zaferin sembollerini taşır.
Ofelia’nın ilk görevi, devasa ve zehirli bir kurbağanın midesinden altın bir anahtar çıkarmaktır. Kurbağa, büyüyüp şişmanladıkça çevresindeki yaşamı tüketen bir yıkıcıdır. Bu kurbağa kapitalizmin doymak bilmeyen iştahını simgeler. Zenginleşmek için her şeyi yutan, gücünü başkalarının kayıplarından devşiren bir düzenin alegorisidir. Kurbağanın yuttuğu altın anahtar ise masumiyetin ve saf hayallerin sömürü düzeni tarafından esir alınmasını temsil eder. Tıpkı Vidal’in kileri kitleyerek halkı aç bırakması gibi… Vidal iktidarını beslemek için çevresindeki herkesi ve her şeyi tüketen bir despot, kurbağa ise onun bu açgözlü düzeninin doğadaki karşılığıdır. Vidal’in karanlık kalbi ne kadar katıysa, kurbağanın midesi de o kadar kasvetlidir. Ancak Ofelia, bu karanlık ve açgözlü düzen karşısında boyun eğmez. Altın anahtarı ele geçirerek masalsı yolculuğunun ilk zaferini kazanır. Bu zafer kanla değil cesaret ve zekâyla kazanılmıştır.
Ofelia’nın ikinci görevi dehşet verici bir varlık olan Pale Man’ın sofrasından hiçbir şey yememeyi gerektirir. Pale Man’ın görkemli sofrası ihtişamlı ve iştah açıcı yemeklerle doludur. Tıpkı Vidal’in kurduğu zengin sofralar gibi. Göz kamaştıran bu ziyafet masası da açlığa, yoksunluğa ve adaletsizliğe karşı kayıtsız bir gösterişin simgesidir. İki sofra da cömertlikten değil, gücün ve sahip olmanın zalim yansımasından doğar.
Pale Man’ın sofradaki varlığı sessiz ama tehditkâr bir gölge gibi Vidal’in soğuk bakışlarını andırır. Pale Man, sofranın hakimi olmasına rağmen tek bir lokma bile yemez. Fakat başkası bu sofradan bir şey aldığında dehşet verici bir öfkeyle saldırır. Bu Vidal’in dünyasında da yankılanan bir durumdur. Vidal, sahip olduğu şeylere tutkuyla bağlıdır ama onlar üzerinde gerçek bir sevgi ya da merhamet göstermez. Sahip olma arzusu onları paylaşma ya da sevinç duyma isteğinden yoksundur. Tıpkı Pale Man gibi Vidal de gücün ve iktidarın sembolüdür. Ama bu güç açgözlülüğe dayalıdır, sevgiye değil.
Bu paralellik Vidal ile Pale Man’in yalnızca dış dünyadaki birer figürden ibaret olmadığını gösterir. Onlar açgözlülüğün, bencilliğin ve acımasız otoritenin iç içe geçtiği, gücü kutsayan birer alegoridir. Sofra aslında bolluk ve cömertlik anlamına gelirken burada, yoksunluk ve açgözlülüğün simgesi hâline gelir. Pale Man’in masasında olduğu gibi Vidal’in sofrasında da her şey yalnızca görkemli bir yanılsamadan ibarettir. Ofelia’nın aç bir çocuk olarak Pale Man’in sofrasına baktığında hissettiği arzu, gerçek dünyada Vidal’in sofrasında da yankılanır. Vidal’in sofrasında da fakir halkın yaşadığı sefalet, masanın ihtişamı karşısında göz ardı edilir. Ancak Ofelia bu masallardan ders alır. Vidal’in ve Pale Man’in dünyasında hüküm süren açgözlülüğe, kibirli sahiplik anlayışına teslim olmaz. O, kendi masalında fedakarlığın ve paylaşmanın daha değerli olduğunu bilir.
Ofelia’nın yolculuğundaki en derin sınav Pan’ın kendisine verdiği son görevde vücut bulur: Erkek kardeşinin kanını labirentin taşlarına akıtmak. Bu görev Ofelia’nın ruhunu tartan ve vicdanını ateşle sınayan mihenk taşıdır. O an geldiğinde Pan’ın vaat ettiği ihtişamlı krallık, Ofelia’nın kalbindeki sevginin ve merhametin karşısında sönük kalır. Kardeşinin hayatını koruma kararı yalnızca kan bağıyla ilgili değildir. Bu, birinin hayatı pahasına başka birini kurtarmanın ya da bir fedakârlığın ötesinde doğruyu yanlıştan ayırma gücüdür. Kan dökerek kazanılacak hiçbir taht Ofelia için sevginin ve merhametin tahtından daha değerli değildir.
İki görevde de içinde bulunduğu faşizm dünyasından ve üvey baba Vidal’den parçalar barındırırken bu son görev - ve son sahnede- kötü kahraman direkt Vidal olur. Onun için her şey soyunun sürmesi, düzenin devam etmesi ve otoritenin sarsılmadan hüküm sürmesidir. Vidal’in dünyasında sevgiye, şefkate ya da merhamete yer yoktur. Bu yüzden karşısında duran küçük bir kız çocuğunun masumiyeti onun gözünde önemsizdir. Vidal, gücünü korumak ve soyunun geleceğini güvence altına almak uğruna küçücük bir bedeni yok etmekten zerre kadar çekinmez.
Ofelia ise Vidal’in tam zıddıdır. O, sevginin ve masumiyetin temsilcisidir. Son görevde kardeşinin kanını dökmesi istenirken bu kanlı vaadin ötesinde, Vidal’in despotik dünyasına meydan okur. Pan’ın büyülü dünyası ile Vidal’in karanlık düzeni arasındaki sınır burada belirsizleşir. Çünkü Pan’ın talepleri, Vidal’in taleplerinden farklı değildir: İtaat ve fedakârlık. Ancak Ofelia, her iki dünyanın da dayattığı bu zalim kuralları reddederek sevgi dolu yüreğiyle başka bir yol çizer.
Ancak Guillermo del Toro, bu yolu seyircinin bakış açısına bırakmış. Bütün bunlar hayal gücünün çırpınışlarıyla gerçekliğe meydan okuyan 11 yaşındaki bir kız çocuğunun kaçışı mıydı, yoksa Ofelia gerçekten bir masalın kahramanı olarak babasına ve krallığına mı kavuştu?
Benim için bu sorunun cevabı derin bir hüzün ne yazık ki. Çünkü Ofelia'nın, daha on bir yaşında yetim kalmış o küçük kızın içinde yaşadığı acımasız gerçeklere karşı hayal gücünü kalkan yaparak direndiğine inanıyorum. Etrafını saran savaşın, zalimliğin ve kaybolmuşluğun gölgesinde masalların büyülü dünyasında nefes alabilmek için yarattığı bir sığınak bu. Gerçeklerden uzaklaştığı her adımda, kalbinde taşıdığı yaraların bir parça daha iyileştiğini hissediyorum. Ama bu iyileşme yalnızca hayal gücünün zarif dokunuşlarıyla mümkün oluyor.
Fakat bu hüznün içinde derinlerde saklı bir teselli de var. Çünkü her ne kadar gerçeğin acımasız pençeleri Ofelia’yı sarmış olsa da filmin sonunda babasına kavuştuğunu biliyorum. Onun kendisini bekleyen sevgi dolu krallıkta, yitip giden çocukluğunu bulduğuna inanıyorum. Gerçek dünyada kaybettiklerini, hayallerinde geri kazanmış bir küçük kız çocuğu, bir prenses kendi masalında huzura eriyor.