Paris'te Bahar: Aşkı Zarif Bir Dille Anlatmak

Abartıdan uzak, pürüzsüz, etkileyici bir aşk hikayesi.

Uzun zamandır Fransız filmlerine büyük bir ilgi duyuyorum. Fransız sinemasından her filmi izlemeye çalışıyorum. Ve bir süre önce keşfettiğim, buram buram Fransa kokan o minimalist aşk filmini sizlerle paylaşmak istiyorum. Paris'te Bahar (Seize Printemps), lisede okuyan 16 yaşındaki genç bir kızın kendisinden yaşça epey büyük olan tiyatro oyuncusu bir adamla yaşadığı aşkı konu alıyor.

Sıradan bir aşk filmi, bunda ne var ki? dediğinizi duyar gibiyim. Evet, konu sıradan bir aşk hikayesi. Ama bu hikayenin işleniş tarzı hiç de sıradan değil. Filmi izledikten sonra bunu kim yazıp yönetmiş ya? deyip araştırdığımda çok genç ve yetenekli bir isimle karşılaştım: Suzanne Lindon. Suzanne 2000 doğumlu. Film ise 2020 yapımı. Yani o, bu filmi ortaya çıkardığında daha 19-20 yaşlarındaymış. Bu genç yaşına rağmen ilk uzun metrajlı filminin hem senaryosunu yazmış, hem onu yönetmiş, üstüne bir de başrolünde oynamış. Herkesin başaramayacağı bir iş. Kendisine gerçekten hayranlık duydum. Suzanne ile ilgili küçük bir de bilgi vereyim. Suzanne aynı zamanda Fransız sinemasının ünlü aktörlerinden Vincent Lindon'un kızı. Umarım, onu daha pek çok işte görmeye devam ederiz.

Gelelim filmimizin konusuna. Suzanne (Suzanne'ın filmdeki karakterinin ismi de bu), yaşıtlarıyla bağ kuramayan, daha doğrusu kurmak istemeyen, okul hayatından ve arkadaşlarından da tam anlamıyla memnun olmayan, hep başka bir şeyler arayan genç bir kız. Biraz asosyal diyebileceğimiz bir tip. Öyle okul haricinde pek bir yere gitmiyor. Hatta kızcağız kırk yılın başı sınıf arkadaşının doğum günü partisine gitmek istediğinde ailesi resmen şok geçiriyor. Bu yaşlarda belki herkes biraz böyledir ama Suzanne'ınki daha farklı. O, 16 yaşında genç bir kız gibi yaşamak değil, 30 yaşında bir kadının olgunluğunu taşımak istiyor. Ve 30 yaşında bir kadının beklentilerine sahip. Bundandır ki kendisi gibi mesleğinden ve rol arkadaşlarından sıkılmış olan 35 yaşındaki Raphaël Frei'yi görür görmez ondan bu kadar çok etkileniyor.

Onu bir türlü aklından çıkaramıyor. Dersleri, ailesi, arkadaşları herkesle ilgilenmeyi bırakıp gece gündüz bu adamı düşünüyor, bütün dünyası bu yabancı adam oluyor. Onu takip ediyor, oyununa gidip gizli gizli izliyor. Adamı dışarıda bir kafede kahvaltısını ederken bile uzaktan seyre dalıyor. O çilek reçeli yedi diye, kendisi de annesinden kahvaltıda çilek reçelli ekmek istiyor. Böylesine bir tutku kızınki. Sonunda karşılaşıyorlar. Aralarında kısa, samimi bir sohbet gelişiyor. Ve tesadüfe bakın ki Raphaël de Suzanne gibi her şeyden sıkılmış, bıkmış, usanmış. Rol arkadaşlarından, repliklerinden, karakterinden.... Bu da onları birbirine bağlayan en büyük ortak özellikleri oluyor.

Bu karşılaşmadan sonra Suzanne kendine daha bir özen göstermeye başlıyor. Daha çekici görünmek için makyaj yapıyor, hayatında ilk kez kısa etek giyiyor. Kızımız adamın her zaman geldiği kafeye gidip yan masaya oturuyor ve narlı limonata söylüyor. Narlı limonata filmin metaforu gibi bir şey zaten. Sık sık karşımıza çıkıyor. Filmi izlerken canınız çekebilir: Dikkat! Narlı limonata aralarında bir sohbetin başlamasını sağlıyor. Biraz kitaplardan konuşuyorlar. Daha fazla ortak noktaları çıkıyor. Raphaël de yavaş yavaş kızımızdan hoşlanmaya başlıyor. Suzanne'a dışarıda kahvaltı etmeyi teklif ediyor. İlk resmi buluşmaları da bu kahvaltı oluyor. Her zamanki kafede buluşuyorlar. Raphaël iki reçelli ekmek, bir narlı limonata ve bir de kahve söylüyor. Narlı limonata olmazsa olmazımız. Niye yalan söyleyeyim filmi izlerken bu güzel ve sevimli kafeye ışınlanmayı çok istemiştim. Çok samimi ve hoş bir havası var. Tam benlik. O kahvaltı buluşmasında Raphaël, Suzanne'a oyununun açılış müziği olan klasik eseri dinletiyor. Bu sahne bana kalırsa filmin en ikonik sahnesi. Sahnenin ikonikliğinin bir nedeni müziği (Bu arada müziğin adı: VII. Eja mater, fons amoris. Klasik müzik seviyorsanız, mutlaka dinleyin). Ve bir diğer nedeni de ikilinin arasında gerçek bir aşkın başlangıcı olması.

Suzanne ve Raphaël artık iki sevgili gibi daha çok görüşüyorlar, dışarıda dolaşıyorlar, akşamları bir şeyler yemeye, içmeye çıkıyorlar. İkinci çok sevdiğim sahne ise ikilinin yine aynı müzikle tiyatroda dans ettikleri sahneydi. O kadar duygusal, anlamlı ve tutkuluydu ki bayıldım. Aşk, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi! Zaten bu filmin en bayıldığım sahneleri iki aşık arasındaki dans sahneleriydi. Tiyatroda yapılan küçük ve sakin bir kutlama akşamında ettikleri dans da buram buram aşk kokuyordu. Ama elbette her aşk gibi bu aşkta da büyük bir engel vardı: Yaş farkı. Böylesine ince bir çizgide olan, hassas bir konuyu izleyicide en ufak bir rahatsızlık hissettirmeden, abartıdan uzak, işin içine cinsellik katmadan, masum ve duyguların ön planda olduğu saf bir aşk hikayesine dönüştürmeyi başarmış Suzanne Lindon. Sırf bunun için bile tebriği hak ediyor!

Paris'te Aşk, sıkça rastladığımız filmler gibi bize giriş, gelişme ve sonuç odaklı bir hikaye sunmuyor. Yani eğer bir filmden beklentiniz aksiyon, macera ya da bambaşka dünyalara yolculuk ise muhtemelen bu film size göre değil. Çünkü bu filmde olay yerine durum ön planda. İlişki, platonik aşk, ilk tutku ve hisler üzerine kurgulanmış olan bu film aslında biraz da Eric Rohmer sinemasını çağrıştırıyor.

Filmde dikkatimi çeken bazı detaylara gelecek olursak; bu filmde kırmızı rengi çok fazla görüyoruz. Belli ki Suzanne Lindon kırmızıyı gerçekten çok seviyor. Raphaël'in kırmızı kravatı ve kırmızı motosikleti, Suzanne'ın film boyunca saçından hiç çıkarmadığı kırmızı tokası, narlı limonata, çilek reçeli ve kırmızı dekor detayları. Bu filmin rengi ne diye sorsalar hiç kuşkusuz kırmızı cevabını verirdim! Ve filmin kapanış müziğini de tanıdık bir isim seslendiriyor. Evet, tabii ki, o da Suzanne Lindon. Kendisi aşırı yetenekli derken öylesine söylemiyordum. Sesi de en az yönetmenliği, senaristliği ve oyunculuğu kadar iyi. Gerçekten enfes bir film. İzlerken hiç sıkılmadım. Eğer siz de benim gibi dingin, pürüzsüz, temiz anlatımlı sade filmleri seviyorsanız Paris'te Aşk tam size göre!