Randevu (I)

Hayatında başkalarına ayıp etmemek için çabaladığından, aslında en büyük ayıpları hep kendisine etmişti. Haberi yoktu.

Uyanalı bir saatten fazla olmasına rağmen, günü olabildiğince geç başlatabilmek için amaçsızca, gözleri kapalı bir şekilde yatağında dönüyordu. Bu dönmeler esnasında zaman zaman yastığının yattığı yüzünü değiştirip kendince bir serinlik ararken bir yandan da üzerindeki yorganla anlaşamadıkları bir şey varmışçasına boğuşup duruyordu. Yatağında attığı voltalar esnasında gözleri kapalı ve yarı uyku halinde olduğundan dolayı zaman zaman adına belki de rüya denilebilecek bazı seraplar da görüyordu. Bu serapların sonuncusunda eski sevgilisiyle çok sevdikleri Moda sahilinde yürüyorlardı. Ardından nereden geldiğini bilmediği bir müzik çalmaya başlıyordu. Sakin ama bir o kadar da neşeli bir müzik. Sevgilisinin rüzgârda uçuşan saçlarıyla ahenk içinde çalan, insanı dans etmeye çağıran hafif tempolu bir müzik... Sevgilisiyle ritimlerin emrine uymak üzereyken, şarkının bir anda değiştiğini duydu ve gözlerini açtı. Bu seferki ses telefonundan geliyordu. Telefonun ekranında on bir haneli bir numara tarafından arandığını görüyordu. Kendisini sabahın bu saatinde(!) rahatsız eden yabancının kim olduğunu öğrenmek için hızlı bir şekilde telefonuna uzandı. Ekranın ortasında bulunan telefon ikonunu sağa kaydırarak telefonu kulağına dayadı.

-       Efendim!

-       Vedat nasılsın?

-       İyiyim, sen?

  Telefondaki yabancı ses bir kadından geliyordu. Kadını tanımadığını belli etmemek için ona siz yerine sen şeklinde hitap etmişti. Belli ki kadın Vedat’ı tanıyordu.

-       Ben de iyiyim. Ya! Rahatsız ediyorum. Kusura bakma. Sana bir şey soracaktım.

-       Yok canım. Ne kusuru! Buyur sor tabi.

  Aklında beynini içten içe kemiren iki muhteşem soruyla boğuşuyordu. Bu kadın kimdi ve ne soracaktı? Sesi hiç tanıdık değildi. Ama kadının diksiyonu ve ses tonu o kadar narin ve eşsizdi ki kadının ağzından çıkan her bir harf az önce rüyasındaki o güzel şarkının bir devamı gibiydi.

-       Bugün işin yoksa buluşalım mı? Seninle bir konu hakkında yüz yüze konuşmamız gerekiyor da.

-       İşim yok (ikinci kelimeyi kekeleyerek, ilk kelimeyi ise şaşkınlığını gizlemek ve vereceği yanıtı düşünmek için uzatarak söyledi.)

-       Harika! İki saat sonra senin evin orada olurum. Sis’te otururuz.

-       Olur!

-       Tamamdır canım, öpüyorum seni. Bye bye!

  Çıldırmak üzereydi. Bu gizemli, güzel sesli kadın kimdi? Adresini nereden biliyordu? Nereden tanışıyorlardı? “Keşke ‘ayıp olmasın’ düşüncesini bir yana bırakıp kim olduğunu sorsaydım” diye içinden geçirdi o sırada. Hayatında başkalarına ayıp etmemek için çabaladığından, aslında en büyük ayıpları hep kendisine etmişti. Haberi yoktu. Kafasındaki soru işaretlerinin çengelleri beyninde bir yerlere takılıp oraları kanatırken, resminden belki tanırım düşüncesiyle kendini az önce arayan numarayı kaydedip Whatsapp’tan o numaraya ait profile baktı. Ama bulamadı. Bu on bir hane üzerine kayıtlı herhangi bir Whatsapp hesabı yoktu. Şaşırdı. Bu devirde bu uygulamayı kullanmayan birinin olması cidden de eşine çok az rastlanan bir durumdu. Kafasındaki çengeller daha da derine batıyordu. İçindeki merakı, beyninin içindeki acıları dindirmek için ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Ya iki saat boyunca ızdırap içinde bekleyip tüm sorularının cevabını doğrudan kaynağından alacaktı ya da bir şeyler yapıp bu acı dolu iki saatin kaotiklik seviyesini düşürecekti.

  Yatağından çıkıp banyoya gitti, elini yüzünü yıkadı. Üzerinden uyku sersemi halini atıp, daha açık bir bilince kavuştuğu için bir iki saniyeliğine de olsa mutlu oldu. Şimdi, daha mantıklı, daha net düşünebilecek ve belki de bu esrarengiz kişinin kim olduğunu, onunla buluşmadan daha önce öğrenebilecekti.

  Bir başlangıç noktası lazımdı. Hayat onun için yürüdüğü yolların bütünüydü ve bu yollar bazen yarıda kalsalar da hep bir noktada başlamışlardı, hepsinin başlangıç noktası vardı. Önündeki bu iki saatlik gizemli patikanın da bir başlangıcı vardı ama Vedat o noktanın yerini hala bulamıyordu. Bulamadıkça, beyninin içindeki soru işaretleri artıyordu haliyle kancalar da… En sonunda tanıdığı kadınları (Vedat’ın evinin adresini bilen) tek tek hatırlamakla işe başlamaya karar verdi. Üniversite arkadaş grubundaki üç kişiden başka hiç kimse yoktu Vedat’ın adresini bilen. Bu üçünden biri olmalıydı. Ne yazık ki ortada birkaç problem vardı. Birincisi, bu üç kadının da telefon numarası, Vedat’ın telefon rehberinde kayıtlıydı. Üstelik üniversite biteli üç yıl olmuştu ve bu süre zarfında Vedat hiçbiriyle buluşmamıştı.

  Başkaları da olmalıydı. Ama kim? Annesi, teyzesi, halası? Belki de kuzenlerinden biriydi? Belki de içlerinden biri numarasını değiştirmişti. Hemen kontrol etmek için aile Whatsapp grubuna baktı. Ama nafile. Onlar da değildi. Sülalesindeki herkes o gruptaydı ve numaraları da kayıtlıydı. Dedesinden dayılarına, dayılarından yedi yaşındaki kuzenine kadar herkes orada, o grupta birbirlerine gezdikleri yerlerin fotoğraflarını atmaya ve kötü şakalar yapmaya devam ediyorlardı. Akrabalarından birisi de değilse kimdi bu kadın?

 Aklına az önce rüyasında gördüğü eski sevgilisi geldi. Annesi hep rüyaların bir şeylerin habercisi olduğunu söylerdi. Belki de yaklaşık yarım saat önce gördüğü rüya, günün geri kalanının nasıl geçeceğinin habercisiydi. Ama bu da imkansızdı. Sevgilisi altı ay önce trafik kazasında ölmüştü. Ölüm geri dönüşü olmayan bir şeydi. Başlangıç mıydı? Son muydu? O bile belli değildi Vedat’ın zihninde. Tek bildiği ölüm denen hadise gerçekleştiğinde, sadece tek bir kişiyi öldürmüyordu. Yaşamak sadece nefes almak kadar tatminkâr bir şey değildi çünkü. Üstelik telefondaki ses her ne kadar büyüleyici ve narin olsa da sevgilisinin sesinin huzur vericiliği yoktu. Ses, Vedat’ın her duyduğunda içinin huzur dolduğu melodi değildi. Üstelik sevgilisine tekrar ulaşamayacağını hatırlamak, beynine batan kancalar yetmiyormuş gibi kalbine de hançerler saplanmasına neden olmuştu…