"Saatler: Kimlik ve Cinsiyet Rollerinin Çatışması"

Bu makale, The Hours filmini kullanarak kimlik ve cinsiyet rollerinin çatışmasını inceler.

The Hours, feminist yazar Virginia Woolf'un “Mr. Dalloway adlı romanın hikaye sürecini ele alan, üç farklı zaman diliminde geçen ve üç kadının hayatını kapsayan bir hikaye anlatımını canlandırıyor. Virginia Woolftur üç kadından birinin hikâyesinin anlatıcısı.

 Woolf, filmin konusu olan romanın yazılma aşamasında yakın hayatla ilgili sorunlarla mücadele ediyor, ancak kendisine göre; içsel kalıcılıklara ve dönemsel toplumsal normlara karşı direnç göstermektedir. “Kimlik Çatışması” toplantısı. Kimlik çatışmalarının beklenen bir çıktısı olarak Woolf; intihar eder.

Bir diğer karakter ise 1950'lerde Los Angeles'ta yaşayan Laura Brown'dur. Laura, ikinci çocukken hamileyken Woolf'un kaleme aldığı Mr. Dalloway adlı romanını okumaya başlıyor. Romanın parçasının karakterinin yaşantısının kendi yaşantısının aynı olduğu düşünülüyor. Bu yüksek empatinin, belki de bilincinin kendi değişiminin daha yoğun olabileceğini, aile ve evin baskı altında olduğunu düşünerek Laura intihar etmeyi dener, başaramıyor. İkinci çocuğu dünyaya getirdiği gün ailesini terk ederek kendine yaşam şansı tanır. Kendi mevcutları bulmak için yola çıkar.

Diğer iki karakterin aksine yaşamak isteyen, yaşamak için çabalayan ancak yine de kimlik çatışmasını yaşayan son karakterse Clarissadır. Clarissa, filmin modern bir kadın olarak imgelenmiş, modernliğin temsilcisidir. Clarissa, film boyunca herkese yardım etmeye çalışan, iş görünümünde başarılı olan ancak sosyal tanıtımları onu zorlayan bir kadın karakterdir.

Clarissa, eski sevgilisi Richard'a AIDS'le olan mücadelesinde yardımcı oluyor. Clarissa kendi rutini içinde Richard'ın henüz ayrılmadan ona sorduğu bir soruyla sarsılacaktı:

“Eğer ben ölürsem yaşar mısın Clarissa?”

Clarissa tam da bu sorudan sonra ruhsal bunalımı ve ait olamama hissiyle tanıştı. Hikâyenin bir cilvesi olacak ki; Richard'ın annesi olan Laura Brown ile tanışmada tanışma fırsatı bulan Clarissa, tüm bu kimliksel bunalımlarından bir anlıktan uzaklaşmayı bu yüzleşmeden sonra yaşadı.

Woolf, karakterlerinin hayatlarının toplumsal cinsiyet rolleri tarafından belirgin bir şekilde şekillendirilmiş, kendi döneminin toplumsal normlarına ve kadınlara atfedilen rollere karşı haklı-haksız, tartışılmaksızın mücadele verir.

 Film, hikâyenin yoğunluğu ve karakter zenginliği bakış açısına dikkat çekici bir filmle birlikte çokça sosyal temayı da içererek ve ustalıkla işliyor.

İntihar, filmin ana temalarından biridir. Karakterlerin intiharlarının toplamı Durkheim'ın sınıflarına göre düşüş tipidir. Bu intihar tipinin temel özellikleri, bireyin aşırı baskısı; kısıtlanmışlık, ya da kaçışsız bir yaşam hissi nedeniyle umutsuzluğa kapılarak intihara yönelmesidir. Filmde Virginia Woolf ve Richard gibi karakterler, hayatlarındaki baskı, toplumsal normlar, ve kişisel çaresizlikten baş edemedikleri için intihara sürüklenirler. Woolf, kendi yaşamlarının özgürce yaşamasının getirdiği içsel yıllarla boğuşurken, Richard ise iklimlendirildiği umutsuzluk ve yaşama günlük kontrolün kaybı nedeniyle hayata son verir. Bu koşullar, Durkheim'ın kaderinin intihar tanımıyla örtüşmektedir.

Woolf, karakter değişiminin olup olmadığı soran eşine, “geride kalanların yaşadığının daha değerli görmenin gerekliliği olduğunu, bunun da yalnızca ölümle, dramatik bir ölümle mümkün olduğunu söylüyor.” Aslında Woolf, pek de haksız değildir; en azından Clarissa için.

Karakterlerin açıklanmasında E.Goffman ve Robert K. Merton'un Rol teorisinden yardım alabiliriz, rol teorisi; Rollerin toplumsalın nasıl içselleştirildiği ve bu rollerin üzerinde devam ettirilmesine odaklanılıyor. Toplumun geleceği belli roller yüklenir. Bu silindirleri gerçekleştirmeniz, en kısa sürede sahne önünde, yolda. Rolünü gerçekleştiremeyen yani bekleneni “olması gerekeni” yap(a)mayan kişisel ya başarısız ya da hasta olacaktır. Bu açıklamayla beraber, Woolf; Dönemin iyi eş rolü ve onun ağır psikolojik rahatsızlıkları, hastalık tanılarını da reddeder. Yaşamasına fırsat verilmediğini, özgürlüğün olmadığının yazılarında ve “sahne önü”nü göstermekten çekinmez.

Laura 1950'lerde Amerikan Banliyölerinde ev hanımlığı yapan, yapmak durumunda kalan bir kadın karakterdir. (1950'lerde Amerika ve sunum seçimleri başladıktan sonra bir dizi bileşeni içermektedir. Banliyölerin genel özellikleri ve çevredeki yaşam koşulları Laura hakkında demografik bilgiler doğrudan bilgidir.)

Laura ikinci çocuğu yaklaşık 5 aylık hamileyken, yalnızca annesinin kişisel tasarrufundan kaydedildiği da dahil olmak üzere rahatsız durumdaydı. Bu durum, toplumsal beklentiler ve içsel arzuların uyuşmaması olarak değerlendirilebilir ancak Laura'nın evde kalabilme cesareti döneminde idealize edilmiş kadınlık rollerine açıkça bir meydan okuyuştur. (Laura, “idealleştirilmiş sorumluluklar” ortaya çıktığında, örneğin; kocasının doğum günü için makarna dosyası, yeterince iyi olmadığı düşünüldüğü için üç kez yaptığı ve ancak makarnayı tamamladığını düşündüğünde artık intihar eylemini oynadığında.)

Clarissa 2000'lerde modern bir kadın temsilcisidir. Clarissa, toplumsal cinsiyet rollerinin ve heteronormatif değerlerin ötesinde bir yaşam arayışındadır. Clarissa, modern toplumdaki cinsiyetleri, bireysel kimlik arayışlarını ve varoluşunu sorgular.

Karakterler, toplumsal etiketlemelere ve bu etiketlerin kimliklerine olan etkisiyle mücadele halindedir.

E. Goffman ve H. Becker’ a ait olan etiketleme teorisi, bireyin toplumsal normlar ve beklentiler karşısında nasıl “etiketlendiğini” ve bu etiketlerin kimlikleri nasıl şekillendirdiğini açıklamaktadır. Filmin anlatısında her bir kadın karakterin roller ve beklentiler tarafından nasıl etiketlendiğini ve bu etiketlerin bireysel kimliklerini nasıl etkilediğini görüyoruz. Genelde etiketleme ve damgalama kuramlarının okuması ardına söz konusu etikete ya da damgaya maruz kalan bireylerin yaşam stratejileri okumasını da yapmak mümkün olur, ancak film tüm bu bunalımları; derinlemesine işlemiş ve kişilerin yaşamın değersizliği karşısında çaresiz bekleyişlerini anlatmış, günlük hayat pratiklerine pek bir göndermede bulunmamıştır. Baş etme, yaşam stratejilerini tahmin etmek ve yorumlamasını sunmak bu noktada pek doğru olmayacaktır ancak düşüncenin genişlemesi için akılda tutulmasında fayda var.

E.Goffman’ın bir diğer kavramı olan “stigma” ve bu bağlamda A.Giddens, P.Bourdieu’nun “toplumsal yapı” ve “ajans” kavramları kadın karakterlerin mücadelesinde farklı kuramsal çerçevelerin örnekliğini yapmaktadır.

Stigma, toplumsal algıların; bireylerin içsel dünyası üzerine etkisinin anlaşılması için kullanılabilir. Örneğin, Laura’nın ev hanımı rolünü benimseyememesi ve Clarissa’nın cinsel kimliğiyle olan mücadelesi.

Ajans, bireylerin yaşam koşullarının toplum normları tarafından şekillendirilmesini, bireylerin sınırlar içindeki hareketliliğini içerir. Kadınlar, toplumsal yapı tarafından sınırlandırılmış olsalar da bu yapılar içinde kendi ajanslarını kullanabilme potansiyeline sahiptirler. Bir diğer benzer anlatıyı Bourdieu’nun “alan” ve “sermaye” kavramı sunmaktadır. Bu kavramlar bireyin, karakterin toplumsal yapıda nasıl konumlandığını işaret etmektedir. Clarissa editörlük yapmaktadır. Mesleği Clarissa’ya kültürel sermaye kazandırmaktadır, sanatla ve edebiyatla olan ilişkisi ona belirli toplumsal alan ve alan içerisinde hareket etme hakkı tanımaktadır. Laura ise böyle bir özgürlükten mahrumdur ve bunun rahatsızlığı içerisindedir. Sosyal mobilizasyonun mümkünsüzlük hali, bireyi hayatını hiçbir çıkar gözetmeksizin yaşamaya sürükler. Bu her halin aynılığı kimlik çatışmasından hemen önce yabancılaşmadan başka bir şey değilidir. Birey kim olduğunu sormadan önce kim olduğunu ve ne olabileceğini çoktan yitirmiştir. Woolf’un en büyük katkılarından biri de kimlik çatışması ve yabancılaşma kavramlarının yalnızca modern döneme ait olmadığını göstermesidir.

Bir başka açıyla, Simone de Beauvoir’in de dediği gibi, “Kadın ikinci cins midir?

Woolf, feminizmin ilk temsilcilerinden olması sebebiyle bu tartışmayı yalnızca burada değil her değerlendirme yazımında şüphesiz ki hak etmektedir.

Woolf, ikinci plana atılmanın, hep öteki olmanın bir mücadele yarattığını Mr. Dalloway’de vurgulamıştır. Yalnızca kadınların kimlik bulma mücadelesinde olduğu bu filmde kesinlikle feminist bir perspektif vardır. Öte yandan patriyarkal toplum modelinin yalnızca kadınlar üzerindeki baskısı, kadınların sürekli direnmek; çatışmak ve kendini çağa göre tekrar tekrar “istenilen, kurgulanan şekilde düzenlemesini sağlar.” Beauvoir den bir adım öteye giderek, kadınlığın diasporalık olduğunu, düzenin her iki “konum” için aynı işlediğini söylemek isterim. Görünmek için istenilen şekilde olmalısınız. Yaşamaya çalıştığınız çağa göre şekillerin boyutluluğu değişse de içeriği hemen hemen aynı olacaktır. Bedeniniz, mesleğiniz, aile kurma- kurmama biçiminiz, giyim ve kuşamınızla ne kadar sizsiniz? Dudağınız ne kadar dolgun olmalı? Pantolon bedeniniz ne olursa kadın olursunuz?

The Hours 2002 yapımlı bir film olmasına rağmen her çağa ışık tutma becerisini göstermiş yoğun anlatılı bir filmdir. Kadın karakterler, toplumsal normlarla mücadele ederken, beklenen değil kendi kimliklerini bulmaya çalışmaktadır. Tüm çabaların gerçekleştiği bu süreçte toplumsal yapılar ve cinsiyet rolleri tarafından şekillendirilmeye devam ederler. Toplumsal denetim, temeli tam olarak bilinmeyen birikimli olarak oluşan bir yapıdır. Toplum, görünmez sözleşmesini yazarken birçok çıkara dayanır, evet bu doğrudur. Ancak, 21. Yüzyıl sosyolojisinde farklı toplumların farklı örgütlenişleri olduğunu gerek kültürel gerek siyasal sebeplerle olabileceğini kabul ediyoruz. Kadınların yaşayış biçimlerinin yapıp-etmelerinin her zaman daha fazla düşüldüğü bu dünyada, kadınların görev ve sorumlulukları her zaman ortak bir kanaatle belirlenmiş ve hiç değişikliğe uğramamış, uğratılamamış gibi gözükmektedir. Anlayışın derinleştirilmesi için moda sektörü, reklamlar, diziler (…)  tabii ki incelenebilir, ancak sonuçların farklı olmayışı lütfen sizleri üzüp umutsuzluğa sürüklemesin.

                                   Virginia’ya Sonsuz Teşekkürlerle…

Daldry, S. (Director). (2002). The Hours [Film]. Paramount Pictures.