Evlilik ve Heteroseksüellik Üzerine ‘Materyalist Feminist’ Bir Değerlendirme

Evlilik sözleşmesi bir iş sözleşmesi midir?

Aile, toplumun en küçük yapı taşı olan; en eski, köklü ve tarihsel-kurumsal yapılanmasıdır. Klasik ve yaygın olan bu tanımlamanın ardından meşru aile yapısının ön koşulu olan ‘evlilik’ ve ‘evlilik kurumu’ anlayışları üzerine düşüneceğiz.

Maddi feminist düşüncenin başarılı, Marksist uyarlamasını gerçekleştiren C.Delphy’nin kuramlarını inceleyeceğiz.

Konuya giriş yapmadan, konuyu tanıtmadan önce sosyal bilmlerde feminizm dalgasının arka planından ve kısa tarihsel geçmişinden bahsedeyim:

1974 yılında sevgili Ann Oakley ‘ev işlerine’ yönelik yaptığı başarılı saha çalışmasında feminizm perspektifini geliştirmiş ve kadınların iş, çalışma hayatlarına yönelik alışkanlıklarını ve kültürel örüntülerini incelemiştir. 1980 yılında A.Rich, heteroseksüelliğin erkeklere, kadınlar karşısında güç ve kontrol sunan siyasi bir kurum olduğunu savunur, ardından 1986 yılında S.Walby, ev içindeki cinsiyete dayalı işbölümünün toplumda ataerkilliği sürdüren temel yapılardan biri olduğunu ileri sürer. Son olaraksa 1989 yılında, Monique Wittig, heteroseksüel sözleşmenin cinsellik ve iş konulu bir sözleşme olduğunu savunmuştur.

Heteroseksüellik kapitalist düzen için devamlılık sağlayan bir olgu mudur?

Heteroseksüellik bir çeşit kontrol ve denetim mekanizması mıdır?

Evlilik birçok toplumda yüzyıllardır her genç insanın kaderi ve çoğu zamanda rüyası olarak anlatılagelmiştir. Masallardan, romanlara ve filmlere kadar sayısız kültürel ürün bu görüşü desteklemiştir. 1980’lerde feminist yazarlar, evliliğin; erkeklerin kadınlara baskı uygulamasında temel rol oynayan istismara dayalı bir kurum olduğunu savunmuştur. Feminizmin marksizmle yan yana olduğu 1980’lerde Delphy, herhangi bir tür baskıyı araştırmanın tek yolunun tarafların elde ettiği maddi çıkarları dikkate alan marksist tarzda bir analiz olduğunu iddia etmişti, fakat klasik Marksizm ve Marx baskıyı sınıf yapısına bakarak incelerken Delphy, kadınların uğradığı baskıyı; ataerkil iktidar yapısı, erkeklerin sahip olduğu güç ve otorite üzerinden inceler. Delphy’ye göre, ana erkil bir sistemde heteroseksüellik; bireysel bir cinsel tercihi olmayıp sosyal olarak yapılandırılmış bir kurumdur ve erkek egemenliğini korumaya hizmet eder, böylece kadınlar evlilik ve anneliğe yönlendirilir. Özellikle ev içi işçilikleri- emekleri erkekler tarafından sömürülebilir

Dönem feminizmi ve Marksistler için sınıflar, yalnızca birbirleriyle ilişkili olarak var olmaktadır. Proletarya olmadan burjuvazi de olmaz. Engels, sınıfı; bir toplumun gelişiminin kadınların bastırılmasının temeli olduğuna dair kapsamlı bir biçimde yazılar yayımlamıştır. Engels, 19. yüzyılda özel mülkiyetin yükselişi ile birlikte eşitsizliğin de arttığını çünkü erkeklerin kamusal üretim alanını gittikçe daha çok kontrol ettiğini ve böylece varlıklı ve güçlü hale geldiğini ifade etmiştir. Ayrıca erkekler, mülklerini ‘meşru’ erkek mirasçılara bırakmak istemiştir ve bunu sağlamanın en etkili yolu tek eşli ataerkil aile kurumudur. Böylece evlilik, bir mülkiyet ilişkisi haline gelmiştir

Marksizmle yan yana yürüyen 1980’ler feminizmine materyalist feminizm adı da verilmektedir. Kuramın temsilcilerinden olan ve kendisinden yararlandığımız Delphy, kapitalizm ve ataerkilliği iki ayrı sistem olarak ele alır. Her ikisi de emeğin el konmasını içerir ve birbirine etkileyip şekillendirir. Bir kadının ‘evdeki görevlerini’ yerine getirme yükümlülüğü evlilikte kurumsallaştığına ve böylece evliliği bir iş sözleşmesi haline getirdiğini işaret etmiştir. Bu farklı bakış açısı, yani döneme göre farklı bakış açısı, modern feminizmin temellerindendir.

Delphy, heteroseksüel ilişkileri cinsel bir sözleşme olarak görmüştür. Kadınlar evlenerek erkeklerden koruma almış gibi görünebilir ama erkekler de kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde hak sahibi olurlar. Evlilik içi tecavüzün yeni dönem bir suç olarak görülmesi modernizm öncesi dönemin büyük utanç kaynaklarından bir diğeridir.

 Kapitalizme göre, sömürülen bir grup yoksa kâr da yoktur, sömürülebilir bir grup yaratmasa bir grup insanı sürekli olarak belli bir biçimde konumlandıran egemen bir ideolojinin tüm topluma hâkim olmasına dayanır. Kapitalist ataerkil toplumda, bu ideoloji; cinsiyetçilik yani kadınlara karşı onların cinsiyetinden kaynaklı bir önyargıdır.

Tırnak içerisinde bazı kadınların evlilikten mal veya cinsel olarak yararlandığı düşünülmüş ve bu yönde eleştiriler yapılmıştır. Dönem feminizmi için Delphy, bunu kabul ediyor fakat, bunun eşitsiz bir alışveriş olduğunu savunuyor. Kadınlar, kendi iyiliklerini düşündüğü ve eşlerini sevdiği için bazı görevleri yerine getirmekten hoşnut olabilir ama bu kendilerinden çok miktarda ücretsiz emek beklendiği gerçeğini gizlemez, çünkü; aynı görevler aile dışından biri tarafından yerine getirildiğinde ücret ödenecektir, ödenmek zorundadır. Yani, burada bir emeğin varlığı söz konusu ve bu kabul ediliyor, sadece emek burada görünmez bir emek haline geliyor.

Bir diğer eleştiri ise, dönem feminizmi bağlamında, bir toplumda iki sömürü sisteminin aynı anda var olamayacağı yönündedir. Ancak bu, toplumların yalnızca tek bir sömürü biçimini kaldırabileceğini varsayan sağlıksız bir düşüncedir. Ataerkillik ve kapitalizmin birlikte var olamayacağı iddiası, aslında her iki sömürü biçiminin de toplum içinde nasıl paralel işleyebildiğini göz ardı eder.

Özü şu şekilde, bir toplumda aynı anda iki sömürü türünün yani, ataerkillik ve kapitalizm sömürüsünden bahsediyoruz, burada birlikte var olamayacağını ileri sürüyorlar ancak, ataerkilliğin bir sömürü olduğunun kabul edilmesi de burada bize çoğu şeyi anlatmaz mı?

Sonuç olarak, materyalist feminist yaklaşımlar, evlilik ve heteroseksüelliğin toplumsal yapılar tarafından şekillendirilmiş kurumsal formlar olduğunu gözler önüne seriyor. Delphy’nin evliliği bir iş sözleşmesi olarak tanımlaması, kadınların ev içindeki emeğinin görünmez kılınarak erkekler tarafından sömürüldüğünü ortaya koyuyor. Bu analiz, kadınların maruz kaldığı baskıyı sadece sınıfsal değil, aynı zamanda ataerkil bir bakış açısıyla değerlendirmenin önemine vurgu yapıyor.

Ancak bu kuramlar, kimi açılardan eleştiriye de açık. Özellikle evlilik kurumunu sadece sömürü üzerine kurulu bir yapı olarak görmek, ilişkilerin duygusal ve kişisel boyutlarını göz ardı edebilir. Evlilik, her ne kadar tarihsel olarak baskıcı bir kurum olmuş olsa da, bireylerin kişisel deneyimleri ve seçimleri bağlamında daha farklı anlamlar taşıyabilir.

Ayrıca, kapitalizm ve ataerkilliğin bir arada var olamayacağı yönündeki eleştiriler de yetersiz bir argüman sunuyor. Bu iki sistemin birbirini nasıl desteklediği ve aynı anda nasıl işleyebildiği, feminist kuramların önemli bir tartışma konusu olmaya devam ediyor.

           Sevgili Okur,

Son dönemde, özellikle boşanma oranlarının artışı ve evlilik yaşının düşmesi, toplumsal cinsiyet rolleri ve aile yapısı üzerine yeniden düşünmemizi zorunlu kılıyor. İnsanların artık evlilik kurumuna bakışı değişiyor; kadınlar ve erkekler evlilikle ilgili beklentilerini sorgularken, bireysel özgürlükler ve eşitlik talepleri öne çıkıyor. Bu değişim, feminizmin yıllar önce başlattığı tartışmaların toplumsal yaşamda daha görünür hale gelmesiyle de ilgili olabilir.

Evlilik artık her birey için kaçınılmaz bir kader değil, daha çok kişisel bir seçim. Ancak bu seçimin yapısal bir geçmişi ve günümüzde de süregelen ekonomik, sosyal ve kültürel dinamikleri var. Tüm bu etmenler, bireylerin kararlarını etkiliyor ve evlilik, boşanma ya da yalnız kalma tercihlerini yeniden şekillendiriyor. Her ne olursa olsun, toplumsal değişimlerin ışığında hem bireyler hem de toplum olarak daha açık ve adil tartışmalara ihtiyaç duyduğumuz kesin.