Sabitcan Hakkında Konuşmalıyız

Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" isimli romanındaki Sabitcan isimli karakterin bir mankurta dönme hikayesi üzerine

Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" isimli romanını okuyanların hafızalarında en çok yer eden karakterlerden birisi de Kazangap'ın oğlu Sabitcan'dır. Bu roman, bilge bir insan olan Kazangap'ın ölümü sonrasında, onunla uçsuz bucaksız Sarı Özek bozkırında yer alan Boranlı durağında uzun yıllar birlikte çalıştığı arkadaşı Yedigey'in, rahmetlinin cenazesini Kırgızların Nayman Ana efsanesinin vuku bulduğu mekanda, yani Ana Beyit mezarlığında defnetmek üzere çıktığı yolda ömrünün geri kalanını anımsayışını anlatır. Bu eserde Sabitcan isimli karakterin içinde bulunduğu durum, Nayman Ana efsanesinin mankurtlaşmış, yani yabancılaşmış kahramanı üzerinden okuyucuya aktarılır. Bir Kırgız olarak ıssız Boranlı istasyonunda dünyaya gelen Sabitcan, babası Kazangap'ın çok istemesiyle yakınlarda büyük bir şehir olan Kumbel'e yatılı okumaya gönderilir. Her ne kadar romanda detaylıca anlatılmasa da Sabitcan'ın bir mankurt olma hikayesi, Sovyet yatılı okullarında geçtiği eğitim ile doğrudan ilişkilidir. Denebilir ki milli hassasiyetlerden arınmış, sınıfsız ve eşit bir toplum yaratmak pahasına bünyesindeki tüm farklı etnisitelerin milli kültürünü  baskılayarak bu halkların kolektif hafızalarını tahrip eden Sovyet eğitim sistemi, aslında devletine ve resmi ideolojisine körü körüne bağlı, atasından (dolayısıyla geçmişinden) bihaber tek tip mankurtlar yetiştirmektedir. Bu mankurtlar, örnek bir Sovyet vatandaşının benimsediği özünden ve töresinden yabancılaşmış robotlardır bir bakıma. Peki Sabitcan'ın bir mankurt olmasında Sovyet yatılı okullarının ne gibi bir etkisi vardı? Romandaki tüm karakterlerin ve okuyucuların da sevimsiz bulduğu Sabitcan, aslında içinde yaşadığı coğrafyanın ve siyasi sistemin bir kurbanı olabilir mi? Veya Sabitcan tümüyle haksız ve hayırsız bir evlat mı? Bu yazıda tüm bu sorulara cevap vereceğim.

Nayman Ana efsanesine göre Juan Juanlar esir aldıkları sıradan esirleri köle pazarlarında satarlarmış. Ancak bu esirlerden kuvvetli olan yiğit savaşçıların saçlarını kazıdıktan sonra bir deve derisini onun kafasına bağlar ve esiri de bozkırın yakıcı güneşinin altında bekletirlermiş. Böylelikle esirin saçları vücudun içine, beyne doğru büyürmüş. Bu işkencede şanslı olanlar acıdan ölürlermiş, ancak sağ kalanlar delirip tüm hafızalarını yitirirlermiş. Böylelikle bu esir, Juan Juanların istediği gibi fiziken kuvvetli ancak kolayca güdülebilen bir yaratık olurmuş. Bir esirin mankurt olduğu duyulursa, kabilesinden hiç kimse onu kurtarmak istemezmiş, zira "bir mankurt kim olduğunu hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatsiz bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bü yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş" (Aytmatov, 2018, s.144).


Bu romandaki Sabitcan karakterinin huyu ve davranışları da bu mankurt gibidir. Sabitcan, geleneklere önem veren Yedigey'in aksine, töre ve adetlerine hiçbir bağlılığı olmayan bir karakterdir. Yedigey, Kazangap gibi bilge bir adama yaraşır biçimde rahmetliyi Ana Beyit mezarlığına defnedilerek törelerin yerine getirilmesini isterken, Kazangap'ın oğlu Sabitcan ise buna karşı çıkar ve yol boyu söylenir durur. Ayrıca cenaze hazırlıklarına katılmaz, hatta eşini ve çocuklarını bile babasının cenazesi için yanında getirmemiştir:

"Yalnız Sabitcan iş yapmadan geizinip duruyor... Şehirde kimin ne iş yaptığını, rütbelerinin ne olduğunu, işten çıkarılanları ya da terfi edenleri anlatıyordu... Peki torunlar niçin gelmemişlerdi? Onlardan hiç söz etmiyordu. Okula gidiyorlardı onlar. Diploma alabilmek ve yüksek okula gidebilmek için iyi notlar almalı, bunun için de okuldan bir gün bile geri kalmamalıydılar" (Aytmatov, 2018, s.35). 


Daha önce de söylenildiği üzere bir mankurt, insan olduğunun bile farkında değildir. Yine bir gün Sabitcan, bir sohbette kollektifleştirme sürecinde Sincan'a kaçan Kazak ve Kırgızların geri dönmelerine dair olayları anlatır. Çinliler bu kaçaklara kötü muamale edip doğru düzgün aş bile vermemiş. Şimdi de bu kötü uygulamadan ülkelerine geri dönenler Sovyet otoritelerine minnettar olurlarmış. Bir mankurt olan Sabitcan da bu olanları güle eğlene anlatınca babası Kazangap öfkelenmiş ve "Gülünecek ne var bunda!... Onların başına gelen felaketle niye alay ediyorsun?" diye çıkışır (Aytmatov, 2018, s.86) Sabitcan ise her şeyin geride kaldığını ve  devlete kızılmaması gerektiğini söyler. Dahası, yine içinde Sabitcan'ın ve onun kardeşi Ayzade'nin sarhoş kocasının olduğu bir kavga anında, Sabitcan öfkesinden cenaze alayındakilere hakaret eder:

"Ayyaş damat hiddetle Sabitcan'ın üzerine yürüdü:

-Kime köpek diyorsun sen! Burada bir köpek varsa o da sensin...Şurada duran herifle (Sovyet askeri) senin hiçbir farkın yok. Resmi görevi olan bir adam olduğunu söylüyorsun ama, sen bir insan bile değilsin" (Aytmatov, 2018, s.390) Görüldüğü gibi Sabitcan tüm insani duygulardan yoksun bir şekilde zulüm gören insanlarla dalga geçmektedir

Hatırlanacağı üzere mankurtlaşanların benliklerinden yoksun olduğu daha önce söylemiştik. Benzer durum, babasının cenazesinde kız kardeşi ve onun kocasıyla kavga eden Sabitcan'da görülmektedir. Boranlı istasyonunda çalışan Uzun Adilbay, sürekli cenaze törenine karşı itiraz eden Sabitcan'ı bir kenara çeker.

"Sabitcan bir şeyler söylemek istedi:

-Ama ölen benim babam ve ne yapacağıma...

Adilbay sözünü bitirmesine fırsat vermedi:

-Baban olmasına baban, ama sen kendinde değilsin!" (Aytmatov, 2018, s.38). Görüldüğü gibi, her mankurtlaşan kişi gibi Sabitcan da kendi benliğinden habersiz, yani kendisinde olmayan birine dönüşmüştür.


Artık Sabitcan'ın mankurtlaştığına, yani yabancılaştığına kanaat getirdikten sonra, onun neden bu durumun içine düştüğünü irdeleyelim. Bence Sabitcan'ın  yabancılaşmasında en büyük etken, onun yatılı okula gönderilmesidir. Issız Sarı Özek bozkırındaki Boranlı köyüne karşı devrimci bir olayı araştırmak için gelen ordu müfettişi ile Yedigey'in arasındaki diyalogta buna ilişkin kanıtlar vardır. Sovyet yatılı okullarıyla ilgili bir soruşturma esnasında müfettiş soru sorunca Yedigey:

"...İşte geçen eylülde, adı Sabitcan olan bu çocuğu, deve sırtında okula götürecekti (Kazangap). Annesi, yani Kazangap'ın karısı Bikey ağlamaya başladı:

-Yatılı okula gideli sanki bizim yabancımız oldu. Ne evini biliyor, ne anne baba tanıyor" (Aytmatov, 2018, s.222). 


Tıpkı hapishane, akıl hastanesi veya ıslah evleri gibi, yatılı okullar da birer modern kurum olarak gözetimin yoğun olduğu yerlerdir. Böylesi yerlerdeki "kapatılmışlık" duygusu, yani toplumun geri kalanından yalıtılmış, dışlanmış ve uzakta olma durumu sonucunda bireyler anormal deneyimler yaşarlar. Bu tür kapatılma mekânları, Amerikalı sosyolog ve sosyal psikolog Erving Goffman'ın aslında literatürde "total kurumlar" olarak nitelediği yerledir. Goffman, psikiyatri hastanesinde yaptığı incelemeler sonucunda yazdığı "Tımarhaneler" isimli eserinde kavramı kazandırmıştır. Birer benlik ve bellek yitimi mekanları olan total kurumlara dahil olan bireyin artık dış dünyası ile bağı kopmuş ve kendinin yerleşik kültürü yerine, total kurumun kültürü ikame edilmiştir (Bayır, 2018). Bu tür yerlerde kişiye gerek giyim kuşam, gerekse de empoze edilen yeni tutum ve davranışlar aracılığı ile yeni bir kimlik biçilir, yani bireye aslında kendi bireysel ve biricik benliğinin yerine yeni bir kalıp benlik verilir. Birey bunun dışına çıkamaz, düşünemez ve davranamaz. Görüldüğü gibi bir ıssız bir bozkırın ortasında önemsiz bir köyde dünyaya gelen Sabitcan, sırf okuyup adam olması için yollandığı yatılı okulda benliğini ve kimliği yitirmiştir. Sabitcan'a bahşedilen benlik ise Sovyetlerin sosyalist bireyinin benliğidir. Yani devletine, otoritesine ve partisine gönülden kayıtsız şartsız bağlı bireyin benliğinden başka bir şey değildir bu. Sabitcan'ın annesi Bikey'in de dikkat çektiği gibi oğlu Sabitcan onlara bir yabancı olup çıkmıştır. Demek ki total kurumlar olarak yurtlar, özellikle de Sovyet yurtları, Sabitcan'ı ailesine, töresine ve kendine yabancılaştırmıştır. 

Ancak neden Sabitcan böylesi bir kadere sahipti? Şüphesiz ki bunda coğrafyanın ve Sovyet siyasi sisteminin de etkisi vardı. Yine sorgu sırasında Yedigey, Sabitcan'ın ailesinden bahisle:

"... Ama ne yapsınlar, çocuklarını okutmaları gerek onun için de uzaklara göndermek zorunda kalıyorlar" der. (Aytmatov, 2018, s.222). Bu, coğrafyanın, yani doğanın insan önüne koyduğu bir engeldir. Ama bir de Sovyet siyasi sisteminin koyduğu engeller vardır. Nitekim Sabitcan günün birinde işinin zorluğundan yakınırken

"Kendisini kollayıp kayıran dost ya da nüfuzlu akrabaları olmayınca insanın işinde ilerlemesi, iyi bir yere gelmesi pek zordu. Bunu kendisi de anlamış ve acı acı dert yanmıştı. Kendisinin sadece küçük Boranlı köyünde yitip giden biçare Kazangap'ın oğlu olduğunu söylemişti." (Aytmatov, 2018, s.32). Görüldüğü gibi, sözde eşit bir toplum idealiyle yola koyulan Sovyetler Birliği, bu işte başarısız olmuş ve iltimasın her yerde olduğu bir devlet oluvermiştir.


Şimdi bu satırları ve Gün Olur Asra Bedel'i okuyan herkes Sabitcan'ın, yani bir mankurt'un, hayırsız bir evlat olduğu konusunda hemfikirdir neredeyse. Ne de olsa Sabitcan, gelenek ve adetleri önemsemeyen, inandığı tek tanrı Sovyetler ve onun bilimi olan yabancılaşmış bir kişidir. Yine cenaze evindeki sohbette Sabitcan:

"Eskiden insanlar tanrılara inanırdı... Aslında tanrılar da yoktu... Ama bizim tanrılarımız bambaşkadır ve hemen şuracıkta, Sarı Özek Uzay İstasyonunda yaşıyorlar. Ve biz bu tanrılarımızla bütün dünyaya karşı övünüyoruz, gururlanıyoruz." (Aytmatov, 2018, s.47). Görüldüğü üzere burada Sabitcan'ın tanrısı Sovyetlerin uzay alanındaki başarılarıdır. Kutsal metinlerdeki veya mitlerdeki tanrılar değildir.




Ama tüm bu hayırsızlıklarına rağmen, bence Sabitcan gerçekleri gören ancak kendisinin farkında olmayan bir mankurttur. Bir gün Uzun Adilbay, Sabitcan'ı iş yerinde ziyarete gitmiştir:

"Sabitcan, giriş kulübesi ile bekleme salonu arasında bir yerde telefonlara cevap vermekten, çağrıldığı yere koşmaktan nefes bile alamıyormuş. "Dinliyorum Alcabar Kaharmanoviç... Hemen geliyorum Kaharmanoviç" demekle zamanı geçiyormuş bütün zamanı. Masasına kurulp oturan Alcabar ise her dakika önündeki düğmeye basarak onu çağırıyormuş, koşuşturuyormuş." (Aytmatov, 2018, s.27)

Buradan da görüldüğü gibi, Sabitcan bir çeşit robottur. Düğmesine basıldığı anda çalışıp iş gören bir robot. Zaten bu durum, insanın bir gün geleceği noktadır. Yine cenaze evi sohbette herkese nutuk atan ve onları küçümseyerek konuşan Sabitcan, uzay istasyonundan fırlatılan bir roket hakkındaki tartışmada konuşur. Bu konuşmada, Sabitcan roketlerdeki telsizle uzaktan kumanda edilen otomatik pilot sisteminden bahseder:

"Gün gelecek, insanlar da telsizle yönetilecekler, tıpkı şimdiki otomatlar gibi. Büyük küçük herkes radyo dalgaları ile yönlendirilecek... İnsan ancak merkezden verilen programa göre hareket edecek...Dans etmen, oynaman mı gerek? Başka bir sinyal verecekler, başlayacaksın oynamaya. (Aytmatov, 2018, s. 48). Sabitcan'ın bu anlattıklarına pek inanmayan Adilbay sorar: 

"-Peki ya ben yüksek çıkarları (devletin) düşünmeden karımla sevişmek, o işi yapmak istedim, o zaman ne olacak?

-Azizim Adilbay, hiç böyle bir şey olmayacak ki... Karşına dünyanın en güzel kadınını çıkarsalar, seni negatif biotoklar denilen canlı akım etkisinde bırakmışlarsa

ona dönüp bakmayacaksın bile" (Aytmatov, 2018, s.49). Sonunda Sabitcan, işi savaşlarda merkezden gönderilen radyo dalgalarıyla tankların altına mayın koymaya kadar götürür. 


Görüldüğü gibi, Sabitcan'ın içinde bulunduğu durum, aslında onun gelecekteki insanın içine düşeceği durumun aynısıdır. Tıpkı Alcabar Kaharmanovic'in düğmeye basıp Sabitcan'ı hareket ettirmesi gibi, insanlar da Sabitcan'ın gelecek tasavvurunda onun gibi olacaktır. Ancak, buradan da görülüğü üzere, gelecek çoktan gelmişti. Ve bunun en kanlı canlı örneği de Sabitcan'ın kendisinden başkası değildi. Yani Sabitcan aslında haklı çıkmıştı. Evet, Sabitcan gerçekten de sevimsiz ve hayırsızın tekiydi belki ama, en azından tarih onu haklı çıkarmıştı, her ne kadar farkında o olmasa bile.


Kitabın sonlarında, defin işlerini tamamlanamayınca içini büyük bir ümitsizlik kaplayan Yedigey şöyle geçirmişti içinden "Sabitcan denen bu herif, yakında insanların telsizle yönetileceklerini büyük bir coşku ile anlatmamış mıydı? Belki o görünmez güç, Sabitcan'ı şimdiden yönetiyordu!" (Aytmatov, 2018, s.408). 

Özetle, ne Sabitcan'ı yaptığı davranışlar nedeniyle suçlayabiliriz, ne de onun bu çirkef hareketlerini hoş görebiliriz. Bizlerin yapması gereken tek şey, insanların mankurtlara dönmediği, yani yabancılaşmadığı bir dünya inşa etmektir. Bunu hem kendimiz, hem de gelecek nesiller için bir görev ve sorumluluk olarak kabul etmeliyiz.

Kaynaklar

Aytmatov, C. (2018). Gün Olur Asra Bedel. (58. Basım) R. Özdek (Çev.) Ötüken Neşriyat. Orijinal eserin basım tarihi 1991.

Bayır, M. (2018). Egemenlik ve gözetimin çağdaş biçimleri: Total kurum, disiplinci iktidar ve kamp. Nosyon: Ulsulararası Toplum ve Kültür Çalışmaları Dergisi 1, 46-61

 

Resimli kaynaklar:

https://pixabay.com/tr/illustrations/robot-gelecek-teknoloji-f%C3%BCt%C3%BCristik-8397108/

https://pixabay.com/tr/vectors/i%C5%9F%C3%A7iler-i%C5%9F-arkada%C5%9Flar%C4%B1-adam-kad%C4%B1n-155832

https://pixabay.com/tr/photos/deve-camel-chameau-%C3%A7%C3%B6l-desert-2817941/

https://pixabay.com/tr/photos/desert-caravan-camel-3613826/

https://pixabay.com/tr/photos/sosyalizm-kom%C3%BCnizm-sovyet-y%C4%B1ld%C4%B1z-3358331/