Schopenhauer'de Izdırap ve Yaşam İlişkisi

Yaşamın özü nedir?

Yaşam, çoğu insanı ilgilendiren konuların başında geliyor. Peki, hepimizi kapsayan bu olgu hakkında ne kadar düşünüyoruz? Yaşam nedir? Ya da yaşamın özü neye benzer? Bu öz nereye kök salar? İşte bu yazıda, bu sorulara Schopenhauer'in penceresinden bakarak cevap arayacağız.

Schopenhauer'e göre yaşamın özü istençtir. O, istenci kör ve otonom olarak karakterize eder. İstenç denilen şey daima beslenmek isteyen aç bir canavar gibi kendini yaşamda gösterir. O daima ister ve asla tatmin olmaz. Hatta öyle ister ki zevkin bitimi yeni arzuları beraberinde getirir. Sonuç olarak insana kocaman bir ızdırap kalır. Yaşamın özü istenç olduğundan ondan kaçmak ya da onu bir kenara bırakabilmek mümkün değildir. Aksine, istenci tanımak, ona yakından bakmak hatta ötekilerde onu yeniden keşfetmek gerekir. Şeylerin kendilikleri, idrak eden insanı peşinden sürükler fakat aslında insanın peşinden koştuğu şey yalnızca tezahürlerdir. Bu nedenle, istencin özünü yansıtan yaşamda sorulması gereken sorular tezahürlerin somut mevcudiyetlerine yönelik sorular değil, neliklerine yönelik olanlardır. Nelikleri takip etmek bireyi o şeyin ideasına götürür ve istencin kendini tam olarak gösterdiği yer idealardır. Yani istencin kendisi, gerçekliğin özü idealardır. Bu nedenle takip edilmesi gereken yol tam olarak buradan geçer. Bu noktada bireyin ideası onun aslı iken bedeni, istencin nesneleşmesidir. Beden, istencin sonsuz arzularının taşıyıcısı gibidir. Diğer bir deyişle, insanın varoluşu istencinkinden ayrı düşünülemez. Schopenhauer istenç ve yaşamın ayrılmazlığına dikkat çekerken, doğanın ve insanın aynılığına da vurgu yapar. Hatta doğanın ölümsüzlüğünün insana teselli olabileceğini belirtir. Bu tesellinin mümkün olması ise bireyin doğayı tanıması ve onu görmesi sayesinde gerçekleşir.

Aynı şekilde, insanın ızdırabının hafifletilmesi de öteki bireylerin ızdırabını tanıyarak mümkün olur. Birey, ötekinin acılarına, endişelerine ve ızdıraplarına öyle eğilmelidir ki onun duyguları ile bir olmalıdır. Kişinin, diğerinin sancılarını böylesine kavrayabilme sebebi bu sancıların içsel doğasına kendisi sebebiyle dolaysız erişimi olmasıdır. İnsanlığın ortak kaderi yıkım ve hayal kırıklığıdır. Çünkü yaşamın dört bir yanı sıkıntı ve aldanmalar ile çevrilmiştir. Hatta yaşam, umutları dahi hayal kırıklıklarına dönüştürmek üzere insana vermiştir. Yaşamın zamanda nesneleşen aldatıcılığını idrak eden insan da bu kaderin deneyimine en acı şekilde sahip olur. Bundandır ki Schopenhauer doğumu bir ceza ve yaşamı meşakkat olarak nitelendirir.

Birey tam anlamıyla yaşama mahkum edilmiştir. Yaşama mahkûm edilen bireyin yegane konusu da ızdırap olmalıdır. Çünkü ızdırap, yaşamın özü olan istençten kaynaklanır. Izdırabın niteliği yaşamın anlamı hakkında bilgi verir. Izdırap zaten doğası gereği fark edilendir. Örneğin, hayatını sağlıklı sürdürmekte olan bir insan her an bunun farkındalığında olmazken, ona acı veren süreci tamamıyla farkında olacaktır. Dahası, bu acı sona erdiğinde hissettiği mutluluğun kaynağı ızdırabın yokluğundan türeyen bir durum olacaktır. Mutluluk saf olarak yaşamda varolan bir şey olmadığından yaşam da kendisi için sevilmez ve insan mutlu olamaz. Haz veren süreçlerin akışkan doğası onların ızdırap üzerinde sessizleştirici bir etki yaptığı anlamına da gelmez çünkü farkına varmamanın hazzı hiç olmamış olmanın mükemmeliğine işaret eder. Bu mükemmel sessizliğin bir suçlu tarafından rahme düşürülerek bozulması insanı bir yokuşun en başına yerleştirir. Yani, bireyin olmamış olması ihtimallerin en mükemmelidir.

Bireyin doğduktan sonra tüm beklentilerini kollarıyla süpürerek aşağı doğru inmekten başka şansı yoktur ve yokuşun sonuna gelip arkasına baktığında bu yokuşu inmesine değecek hiçbir şey bulamaz. Yokuş bir mahkûmiyettir ve inilmesi gerekliliğinden dolayı inilir. Yokuşun en tepesindeki yoğun coşku dahi yerini alışılmışlığa bırakır ve ancak ne zaman engebeli ve can yakıcı bir yerden geçilse algı tüm yoğunluğuyla acının üstüne çöker. Ancak, yoğun işlerin ve kaygıların bitmesi de insanı mutluluğa ulaştırmaz çünkü bunların bitimi korkunç bir sıkıntıya bırakır yerini. Tatmin olmamış arzuların getirdiği ızdırabın zıttı tamamıyla tatminkarlık değil, aksine, sıkıntının tam kucağına düşmektir.

Schopenhauer, insanlığın kaderi için başka bir tablo olamayacağını ifade eder. Bu nedenle başta belirtildiği gibi, ızdıraptan kaçmaya çalışmak yerine onun hayatın merkezinde olduğunu idrak etmek gerekir. Schopenhauer, yaşamın bir mahkumiyet olduğunu kabullenmenin bir pusula görevi göreceğini ve ancak bu idrak sayesinde diğer şeylerin aydınlatılabileceğini vurgular.

Peki siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sahiden yaşam, Schopenhauer'in betimlediği türden bir şey olabilir mi?

Daha fazla bilgi için Schopenhauer'in "Hayatın Anlamı" ve "İsteme ve Tasarım Olarak Dünya" adlı kitaplarını okuyabilirsiniz.