Sex and the City’den Fleabag’e: Öfkeli, Karmaşık, Berbat Modern Kadınlar

Kadınlar tarafından kadınlar için yazılmış hikâyeleri istiyoruz. Bizim gibi öfkeli, karmaşık ve berbat kadınların hikayelerini.


"Pis, sapık, öfkeli ve berbat bir kadının Emmy Ödülleri'ne girebileceğini bilmek harika ve güven verici."

2019 yılında Fleabag ile Emmy aldığında Phoebe Waller Bridge bunları söylemişti. O sene Fleabag hayatımıza bomba gibi düştü. Her yönüyle akılda kalıcı senaryosu, birbirinden yetenekli oyuncuları ve tabii rahip kıyafetleri içindeki Andrew Scott ile herkesin hayranlıkla izlediği bir yapım olmakla kalmadı, bütün ödülleri de toplayarak sezona damgasını vurdu. Öyle ki, iki sezonluk bu kısa dizi kendi sadık fan kitlesini bile oluşturmayı başardı.

Fleabag aslında 90’larda Sex and the City ile başlayan bir kurgu geleneğinin ürünü. Sex and the City’nin getirdiği yenilik, kadınların hikâyesini mükemmel olmayan varlıklar olarak ilk defa anlatmasıydı. Bu zamana kadar kadınlar hep arzu nesnesiydi. Harika ev kadınlarıydılar. Harika anneler… 1960’lara kadar ekranın kadınları noir filmlerindeki femme fatalelerdi. Feminist hareketinden sonra ise işi ve özel hayatlarını harika bir şekilde dengeleyen kariyer kadınları…

The Mary Tyler Moore Show’u düşünelim. İkinci dalga feminizmin bir ürünü olarak çığır açan bir yapım haline gelen bu dizide Mary Richards otuzlarında, bağımsız, kendi evi olan bir yapımcıydı. Mary Richards’a şimdi geriye dönüp baktığımızda pek ulaşılabilir bir karakter gibi durmuyor çünkü Mary’yi başarılı yapan şey "başarılı, sempatik ve herkesin gözünde takdire şayan biri’’ olmasıydı. Onun iş hayatındaki başarısı kendini doğru bir şekilde ataerkil iş kültürüne adapte edebilmiş olmasından kaynaklanıyordu. ‘’Bağımsız kadın’’ sıfatıyla yaratılan bu karakter, kız kardeş ve anne rolünü iş arkadaşları için üstlenen, ulaşılamaz derecede mükemmel bir kurgu ürünüydü.

Sex and the City, eleştirilecek pek çok yönü olmasına rağmen, kadınların iş, ilişki, arkadaşlık ve aile sorunlarını olabildiğince çıplaklığıyla anlatan ilk büyük yapım oldu. Carrie’nin oldukça toksik bir hal alan çalkantılı ilişkisi, geleneksel bir aile kurmanın hasretiyle yanıp tutuşan Charlotte, kendinden ödün vermekte güçlük çeken kariyer kadını Miranda ve cinsel hayatını özgürce sürdürmek isterken bolca tökezleyen Samantha… Sex and the City, modern dünyanın modern sorunlara sahip kadınlarını o dönemki genel kitlenin alışık olmadığı derecede bir arsızlıkla televizyonlara getirerek yeni bir çağı açmış oldu.

20’lerinin sonunda veya 30’larında hayatlarını toparlamakta güçlük çeken, büyük hatalar yapan, kendilerini zor kararlar vermek zorunda bulan kadınlar... Cinsellikleriyle sorun yaşayan kadınlar... İşten atılan, ekonomik güçlükler çeken kadınlar...

Bu kadınları ilginç yapan tek şey başlarına gelenler değil elbette. Kendileri de oldukça kompleks, izlerken öfkelenmenize ya da cringe olmanıza sebep olan karakterler. Carrie’yi ele alalım; çoğu zaman benmerkezci, kafasındaki ideal ilişki uğruna kendini sürekli toksik durumlara sokan, yeri geldiğinde bu uğurda ikinci kadın olmayı bile seçen bir New York’lu bekar. Öte yandan Fleabag, (spoiler alarmı!) en yakın arkadaşının sevgilisiyle yatarak dolaylı yoldan onun ölümüne sebep olan, ailesiyle oldukça tuhaf bir ilişkiye sahip, ciddiyet gerektiren durumlara asla uyum sağlayamayan genç bir kafe sahibi.

Bana sorarsanız Flebag de Sex and the City kadınları da sinemanın güçlü kadın klişesinden uzak olmakla beraber aslında güçlü kadının nasıl algılanması gerektiğinin en güzel örnekleri. O kadar karmaşıklar, o kadar kusurlular ve o kadar büyük hatalar yapıyorlar ki her seferinde devam ettiklerini görmek asıl ‘‘empowering’’ olan şey.

İtiraf ediyorum, Sex and the City ırk, sınıf ve cinsiyet roller üzerine çok daha iyi düşünülmüş bir yapım olma şansını kaçırdı. Şimdi oturup izlediğinizde özellikle Afrikan-Amerikan ya da eşcinsel karakterler hikâyeye ne zaman dâhil olsalar karikatürvari bir manzara çıkıyor ortaya. Başından sonuna bir roller coaster gibi hissettiren bu diziyi ancak 90’lar popüler kültürünün bağlamı içinde izlediğinizde bu eksikliklere çok takılmadan izleyebiliyorsunuz. Ancak bu, kadınların arkadaşlık ilişkilerini, cinselliklerini ve problemlerini merkeze alan ilk yapım olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Son dönemde ise bu geleneği hakkıyla devam ettiren, Fleabag gibi Britanya menşeli bir diğer yapım I May Destroy You oldu. Tecavüz kültürü, rıza gibi hassas konuları ele alan bu dizi tıpkı Fleabag gibi kadınlar tarafından kadınlar için yaratılmış bir hikâye. Bu dizide de ana karakter Arabella mükemmel bir kadın değil. Öyle ki ilk bölümün büyük bir kısmı Arabella’nın yapması gereken bir işi tamamlamakta güçlük çekmesiyle, sürekli üşengeçlik etmesiyle geçiyor (tıpkı benim bu yazıyı yazarken yaptığım gibi). Sonuç olarak o da sorunlarla dolu, idealize edilmemiş, gerçek bir kadın.

Kadın bakış açısıyla yazılmış, mükemmel olmayan, karmaşık 21. Yüzyıl kadınlarını ekranda görmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Özellikle toplum bize vücudumuzla ne yapmamız, nasıl davranmamız, nerede susup nerede konuşmamız gerektiğini söylemeyi görev edinmişken... Hollywood’un büyük yapım şirketleri Oceans 11, Ghostbusters gibi popüler filmlerin kadın başrollerle yenide yapımlara ihtiyacımız olduğunu düşünüyor olabilir. Gerçek şu ki ben de dâhil çevremdeki hiçbir kadının bu filmleri zerre umursadığını görmedim. Öte yandan bilgisayarının arka planında Fleabag olan, I May Destroy You alıntıları paylaşan pek çok kişi biliyorum. Biz kadınlar tarafından kadınlar için yazılmış hikâyelere ihtiyaç duyuyoruz. Süper güçlüleri değil, kendimiz gibi kadınları ekranda görmek istiyoruz. Öfkeli, karmaşık ve berbat kadınları…