Shakespeare Mahalleye İnseydi

Shakespeare'den ziyade modern dünyada Shakespeare eleştirisidir

William Shakespeare,bugünün dünyasında yaşasaydı muhtemelen ilk refleksi şu olurdu: ''Ben mi yazmışım bunları? Bu kadar ciddiye alınacak ne var?'' Ve muhtemelen bir Google araması yapar kendi adını milyonlarca tezde,sahnede,afişte,kahve bardaklarının üstünde görünce şöyle derdi:''İyi de ben sadece tiyatro yazdım ya... Hem de para için.'' Bugünün edebiyat camiası, Shakespeare’i bir tür kutsal metin yazarı gibi görüyor. Cümleleri çözülmesi gereken şifreler, karakterleri Jung’un arketipleriyle yarışıyor. Halbuki Shakespeare’in çoğu metninin çıkış noktası şuydu: Seyirci sıkılmasın, biraz da gülsün, biraz da ağlasın.

Yani özetle: Popüler kültürün 17. yüzyıldaki ilk temsilcisi.Bir adam düşünün; yaşadığı çağda tiyatro yazarlığı yapıyor. Halk pazarda meyve alırken bir yandan onun oyununa bilet bakıyor. Kral’dan köylüye herkes izliyor. Peki neden? Çünkü yazdıkları anlaşılır. Çünkü yazdıkları güncel. Çünkü “oturaklı” ama “oturmuş” değil.

Şimdi dönelim bugüne.Shakespeare’i bir daha yazsaydık, şöyle yazardık: “Soyut gerçekliğin diliyle konuşan, arada sırada anlaşılır gibi olan, fakat asla tam olarak sindirilemeyen bir edebi bilinç formu.”Yani adam artık kendi yazdıklarının Türkçe çevirisini bile anlayamazdı. Muhtemelen bir lisans seminerine konuk olsaydı ve bir öğrenci “hocam Hamlet’in Oidipus Kompleksiyle ilişkisinden bahseder misiniz?” deseydi, şöyle derdi:“Kim o? Oidipus mu? Onu ben yazmadım ki?”

Shakespeare günümüz dünyasında yaşasa, en büyük kültürel şoku muhtemelen tiyatro sahnesinde bıyıklı bir Juliet, vegan bir Macbeth ya da TikTok’ta 15 saniyelik “To be or not to be challenge”ı karşısında yaşardı.Belki de en çok şaşıracağı şey, kendi oyunlarının “elit gösterimlerle” sadece belirli sınıflara hitap etmesi olurdu. Oysa o, yazarken kalabalığı düşünüyordu. Gülmek isteyen, kaçmak isteyen, yaşamak isteyen insanları.

Shakespeare günümüzde yaşasa, kendi soyadının üzerinde dönen bu kültürel pazarlama stratejisini fark ederdi. Onun adı artık sadece bir yazarın ismi değil; bir sembol. “Ben okurum” demenin, “Ben anlarım” demenin, “Ben biraz farklıyım” demenin bir yolu.Ama Shakespeare, büyük ihtimalle kendi adına açılan “ShakesCoffee” adlı kafenin menüsünde “Macbeth Mocha” gördüğünde acaba içinden ne geçirirdi.

Şimdi günümüze gelelim. Shakespeare’i anlamaya, daha doğrusu “anladığımızı sanmaya” gelelim.

Eserleri… evet, okunduğunda çoğu zaman anlaşılıyor. Belki biraz sözlükle, biraz da çevirmenin insafıyla. Ama dürüst olalım: Sıkıyor. Her karakter monoloğa girince gözler kayıyor, satır aralarında “bu acaba sınavda çıkar mı?” diye düşünmeye başlıyoruz. Hele bir de işin içine ortaçağ İngilizcesi girince, insan kendi ana dilinden şüphe eder hâle geliyor.

Ve işin garibi şu:

Okuyup geçenin de, master tezini yazanın da ortak noktası, sonunda “Shakespeareeee yaaa” diyerek konuyu romantize etmesi.

Oysa belki de bazı metinler sadece geçip gitmelik, belki de bazı karakterler sadece tiyatro sahnesinde ölmelik.Şahsen bir İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi olarak Shakespeare’i ders niteliğinde görmekten ileri gidemiyorum. Okuyorum, öğreniyorum, analiz ediyorum… ama içselleştiremiyorum. Belki de fazla kutsallaştırılmasından, belki de herkesin “anlamak zorundasın” baskısından.

Çünkü Shakespeare artık bir yazar değil, bir yarış sorusu gibi en çok da entelektüel olmanın.Yanıtı yanlış verirsen eksik sayılıyorsun adeta.Ama asıl mesele şu: Anlamak mı önemli, yoksa hissetmek mi? Ben hissetmiyorum. Kötü bir şey mi bu? Sanmam. Yine de bu yazıyı korkarak, çekinerek yazıyorum.Çünkü konu Shakespeare ve ben yüceltmek yerine eleştiriyorum. Yine de sevgili okur şöyle düşünün: Okuyacağınız her Shakespare eleştirisi size aynı düşünceyi,aynı yorumu verir. Siz de belki bu yazıdan sonra içinizde Shakespeare hakkında bu tarz hissiniz varsa söylemek de kolay değildir ben yazıyorum ve yükünüzü üstünüzden alıyorum.