Sinemada Kimlik ve Özgünlük: Autuer Kuramı

''Bir filmde iyi ya da kötü olan, yönetmendir; çünkü sinema, yönetmenin kişisel imzasıdır.''


Bazı filmleri izledikten sonra ‘Bu filmde Kubrick havası var’ ya da ‘Tarantino çekmiş olmalı’ gibi düşünceler aklımızdan geçer. İşte bu olay Autuer Kuramının ta kendisidir. 

KAVRAMI VE OLUŞUMU ÜZERİNE  

Bir filmin oluşumunda etkin olanın yapımcı, senaristler, oyuncular, görüntü yönetmenleri, ses tasarımcılarından ziyade yönetmen olması gerektiğini söyleyen Autuer Kuramı, sinemanın yalnızca bir eğlence aracı değil, bir sanat formu da olduğunu savunur. Filmler, yönetmenlerin özgün seslerini, estetik anlayışlarını ve tematik kaygılarını yansıttığı birer sanat eseri olarak kabul edilir. 

Tarihine baktığımızda ise 2. Dünya Savaşının sonrasında, 1950’li yılların Fransa'sında bir grup eleştirmen, filmin asıl sanatçısının yönetmen olduğu fikrini ortaya atmıştır. Bu eleştirmenlerin başında Cahiers du Cinéma dergisinde yazılar yazan François Truffaut geliyordu. Truffaut'nun, 1954'te dergide yayınladığı ünlü makalesi "Une certaine tendance du cinéma français" (Fransız Sinemasının Bir Yönü), auteur kuramının teorik temellerini atan metin olarak kabul edilir. Bu yazısında Truffaut yönetmenin gerçek yazar olduğunu söyler. Bu teori "İyi veya kötü film yoktur, iyi veya kötü yönetmen vardır." sözüyle özetlenebilir. Buna göre her film yönetmeninin bakış açısını ve kimliğini taşıyan bir eserdir. Bu çıkarımlar yönetmenlerin kişisel bakış açıları, filmlerindeki karakterler, renk paletleri, kamera açıları ve genel atmosferle belirginleşiyor. Örneğin bir Wes Anderson filmi izlediğimizde imza niteliği taşıyan simetrik kareleri ya da Tarantino’nun şiddet ve mizahı harmanlayıp sunması onları birer Autuer yapar.  


AUTUER YÖNETMENLERDEN SADECE BİRKAÇI 


Alfred Hitchcock 


Özellikle Rear Window, Vertigo ve Psycho gibi filmlerinde gördüğümüz psikolojik gerilim ve şüphe kavramı ile bilinir. Ayrıca cesur sarışın kadın karakterler sunmaya olan bir eğilime ve güçlü bir görsel anlatıma sahiptir. 

David Lynch 


Eserlerinde sürrealizmin temele alındığı, bir noktadan sonra gerçek ile hayalin arasındaki ayrımın bulanıklaştığı bir atmosfer sergiler. Bilinçaltı konularını ele alan Lynch’in filmleri korkular ve arzular temasına yeni bir bakış açısı sunar. Mulholland Drive, Blue Velvet ve Elephant Man sizi semboller eşliğinde duygusal ve psikolojik bir yolculuğa çıkaracaktır. 

Ingmar Bergman 


Eserlerinde psikolojik derinlik çoğu zaman karanlık ve yoğun bir anlatımla sunulur. Çoğunlukla yalnızlık, ölüm, varoluşsal kaygılar ve Tanrı’yla olan ilişkiyi işler. En temel örneklerinden olan Seventh Seal ve Persona yazarın tavsiyesidir. 


 

Andrei Tarkovsky 


Tarkovsky’nin ‘şiirsel’ sineması, sadece görsel estetik değil, derin bir varoluşsal arayışa da işaret eder.  Zaman ve insanın duyguları gibi karmaşık sorunları eşsiz görsel tarzıyla adeta bir bütün haline getirip biz seyircilere sunmuştur. Bunun örneklerini Mirror, Stalker ve Solaris gibi başyapıtlarda görmek mümkündür. 


 

Stanley Kubrick 


Sinemada sadece görsel bir mükemmeliyetçi değil, aynı zamanda insan doğasının karmaşıklığını ve evrende insanın küçük yerini sorgulayan bir filozof gibidir. Üzerine çok kez düşünülmüş kompozisyonlar, mükemmeliyetçi planlamalar ve simetrik tasarımları ile sinema tarihine ‘imzasını’ atmıştır. Çeşitli konular üzerine filmler yapmış olsa da onun eserleri her zaman fark edilesidir. 2001: A Space Odyssey, The Shining, Eyes Wide Shut ve A Clockwork Orange ve daha nicesinin sanatkarı olan Kubrick simetri ve derin anlamları bir araya getirmiştir. 


 Jean-Luc Godard 


Yeni Fransız sinemasının belirgin isimlerinden Godard, geleneksel anlatılara karşı çıkar ve Jump-Cut(Genellikle bir olayın ya da durumun hızla ilerlemesini veya izleyiciye rahatsız edici bir etki yaratmayı amaçlayan ve sahneler arasında ‘zıplama’ hissi veren geçiş tekniği)denilen kesiştirme tekniği görülür. Filmleri genellikle sosyal eleştiriler ve soyut anlatılarla doludur. Alphaville, Pierrot Le Fou ve Vivre Sa Vie gibi ünlü yapıtların belirgin ismidir.