Sonraki Aylar (aynı kadın ve adamın hikayesi)

Sessizlik büyümüş, aralarındaki boşluğu, masanın karşılıklı taraflarına geçtikleri her seferi kirletmiş, gelecekleri çürümüş, ölmüştü.

İçinden ağlamak geldi ama tuttu kendini ve tuvalete gitti. Sabah sabah ağlanmaz.

“Beni tanıdığını bile düşünmüyorum.”

“Saçmalıyorsun artık.”

“Benimle ilgili ne var ki bu ilişkinin içerisinde? Hep sen vardın. Hep senin sevgin, senin yetersizliğin, senin problemlerin, seninle ilgili, her şey hep seninle ilgiliydi.”

Dişlerini fırçalarken aynada kendisini izledi. Yüzünü yıkadı. Mutfağa gidip kahve yaptı. Üstünü giyinirken üşüdü, tekrar ağlamak istedi, kendini tutabildiği kadar tuttu ve ısınmayı bekledi. Sonra banyoya döndü, saçlarını bağladı. Perçemleri yüzüne düşünce aklına uzakta bir yerlerde uyuyan bir adam geldi.  Akşam ağlarım diye düşündü. Sonra kulaklığını taktı, cüzdanından kartını arka cebine koydu, termosuna kahve doldurdu ve çıktı.

“Sana a-seni seviyorum ben, seni tabii ki tanıyorum.”

“Bunu bana neden sadece bu zamanlarda söylüyorsun?”

Metroya giderken, evden birlikte çıkan insanları gördü. Karşıdan karşıya geçen kargalar, dükkanlarını açan uykulu kadınlar ve hala yanan lambalar gördü. Liseli çocuklar, beyaz, kırmızı, mavi arabalar, ilginç saçlı insanlar gördü.

Metroya geldi, etrafındaki onlarca insana aynı anda baktı. Arka cebinden kartını çıkarttı, okuttu, herkesin birbirine ne kadar benzediğini düşündü ve perona çıktı.

“Pardon, sen istediğin her an benim sana seni sevdiğimi söylemem mi gerekiyor?”

“Ne dediğini duyuyor musun?”

Okula geldi. Kırılmış ve dağılmış kaç arkadaşıyla burada kaç kere birlikte kahkaha atarak ve birbirlerinden sırlar saklayarak yürüdüklerini düşündü. Güvenlik görevlilerine kolay gelsin dedi, bir karşılık almadı, kendi kendisine gülümsedi. Gördüğü her kedide adamı düşündü. Biraz uzakta güneşin altında kalmış bir bank gördü. Aklına şimdi uzaklarda soğuk bir iklimde yaşayan arkadaşının, kendisini ziyarete geldiğinde, evlerinin içine düşen güneşin altına nasıl yattığı ve gözlerini nasıl kapattığı geldi. Dersin başlamasına daha vardı. Banka yürüdü, oturdu ve gözlerini kapattı.

“Şimdi de duygu sömürüsü mü yapıyorsun?”

“Hayır. Senin yanında kendimi iğrenç hissettiğimi söylüyorum.”

“Seni sevdiğimi söylediğim zaman kendini daha mı iyi hissedeceksin?”

Ders sırasında bilinci dalgaların kıyıya vurması gibi anılardan ve hayallerden, yeniden hocaya gitti geldi. Ders bittiğinde dışarı çıktı ve insanları izlerken bir sigara içti. Birbirleriyle konuşma biçimlerine ve kahkahalarının ritimlerine dikkat etti. Bu etkileşimler kendisinden bağımsız geliyordu artık, ilginç ve uzak, ondan ayrı bir düzlemde hareket eden şeyler, gündelik hayattan filmler gibi geliyordu. Oradan istediği herhangi bir şey yoktu, oranın kendisiyle hiçbir alakası yoktu.

“Bu kavganın bir anlamı yok artık.”

“Kaçıyor musun o zaman? Bu kadar mıydım ben senin için? Kavga bile etmeyecek misin benimle?” Kadının nefesi boğazına takılmıştı.

“Sen dünyalar kadardın benim için.”

“Tamam, haberin olsun, böyle devam edersen kimse yetmeyecek sana. Kimse, senin istediğin gibi sevmeyecek seni. Çünkü imkansızsın, her şeyi kontrol edebileceğini düşünüyorsun, edemeyince de o kişiyi hayatından çıkartıyorsun.”

Kadın yalnızdı ama yalnızlığın böylesi farklıydı. Bu yalnızlık saldırmıyordu ona, onu tüketmeye çalışmıyordu. Sakindi, acıtmıyordu, sadece oradaydı.  Arada başını çevirdiğinde görüyordu onu kadın, yalnızlığı ince ve uzun, büyük kahverengi gözlü bir adamdı. Üzerinde kahverengi bir takım elbise, yüzünde huzurlu bir ifade.

Kadın akşam metrodan indi ve eve yürümeye başladı. Yalnızlık, elini şapkasına götürüp kadına bir selam verdi. Gülümsedi kadın, önüne döndü, üzülmedi, sadece yalnız olduğunu hatırlamış oldu, o kadar, sonra bir adım daha attı ve başını kaldırıp sokakta bakacak bir şeyler aradı ve buldu. İllaki bulurdu. Bazen pencereden sarkan bir oyuncak ayı, bazen bir bulut, bazen bir çocuk, bazen garip bir kapı, çoğu zaman bir kedi ve her zaman bir insan.

“Ben çok yoruldum artık.” Demişti adam ve yaşlar düşmüştü kadının gözlerinden. “Sana sanki sonsuza dek bunu verebilirim gibi gelmişti ama çok yoruldum. Sana verdiğim hiçbir şey umurunda değil.”

“Neden böyle konuşuyorsun,” demişti kadın, kısık bir sesle  “Tabii ki umurumda.”

“Değil. En azından düşündüğün kadar değil. Bilerek yaptığın bir şey yok. Sadece umurunda değil.”

Sessizlik içinde kalmışlardı. Kadın diyecek hiçbir şey bulamamıştı. Cümleleri dümdüz, okunaksız, imkansız kalmıştı. Sessizlik büyümüş, aralarındaki boşluğu, masanın karşılıklı taraflarına geçtikleri her seferi kirletmiş, sanki aralarındaki o boşlukta gerçekleşmiş her geçmişi, her geleceği kaplamış, o sessizlik her şeyi ıslatmış, çürütmüştü.

Kadının aklına adamın gözlerinin parladığı dakikalar geliyordu şimdi.  Onu kollarına aldığı, kıkırdadıkları, adamın gözlerinde sevgiden başka bir kelimeyle anlatamayacağı pırıltıların olduğu dakikalar. Sonra aklına adamın başını yana eğerek her şeyin yolunda olup olmadığını, ne düşündüğünü sorduğu, elini tutmaya çalıştığı, onu gülene kadar öptüğü dakikalar geliyordu. Sonra mutfakta kadının ona bağırdığı ve adamın gülerek geçiştirdiği, kadın kendi sessizliğinde, kendi dalgınlığında dururken adamın karşısına geçip gözlerine öylece baktığı dakikalar.  

“Seni böyle hissettirmek istemedim asla.”

“Bir şey fark etmiyor artık.” Demişti adam.   

“Lütfen.” Kadın, adamın ellerini tutmuştu. “Lütfen gitme.”

Bu konuşmadan birkaç hafta sonra bir deniz kenarında ayrılmışlardı.

Kadın anahtarla kapıyı açtı, ayakkabılarını çıkarttı ve ellerini yıkamak için tuvalete gitti. Aynaya baktı. Başını yana çevirdi. Bir süre sessizce durdu. Bekledi ama bir türlü ağlayamadı.