Şöyle yeni güzel dizi ne var ya?
Otuz sezona yayılmış, sakız gibi uzamış dizilerden siz de bunaldıysanız eğer, gelin yamacıma, anlatacaklarım var!
Son yıllarda hem streaming servislerinin yaygınlaşması hem de yapım maliyetlerinin artması nedeniyle dizi-film sektöründeki firmalarda inanılmaz bir çekingenlik, özgüvensizlik söz konusu. Aslında bunu eğlence sektörünün tamamına genişletmek mümkün; nitekim, bugün oyun sektöründe şiddetli bir “remaster” / “remake” rüzgârı esiyor. Bunu gözlemlemek için çok uzağa da gitmeye gerek yok: İlk çıkışını 14 Haziran 2013’te PlayStation 3’e yapmış, 2014 yılının temmuz ayının 29’unda PlayStation 4 için “remaster” edilip tekrar piyasaya sürülmüş olan Naughty Dog yapımı video oyunu “The Last of Us,” geçtiğimiz günlerde (2 Eylül 2022’de) “The Last of Us Part I” adını taşıyan “remake” sürümüyle tam oyun fiyatından (70$) oyun-severlerin beğenisine tekrar sunuldu. Bu yalnızca bir örnek tabii ve ne acıdır ki masum olanlarından. Aynı oyunu temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp kullanıcıların önüne sunmayı kılıfına uydurarak iş politikası haline getirmiş firmaların varlığı söz konusu artık.
Eğer kendinizi bir oyun-sever olarak nitelendiriyorsanız, son yıllarda Ubisoft firmasına bu bağlamda yöneltilen eleştiriler mutlaka gözünüze çarpmıştır. Ubisoft belki remake veyahut remastered oyunlarla bizi oyalamıyor fakat daha beter bir yaklaşımla firma içindeki kreatif kültürün köküne kibrit suyu döküyor. Özellikle ticari kaygılar sebebiyle, yaklaşık son 10 yıldır, Ubisoft’un bünyesindeki oyun stüdyolarına aynı mekanikleri içeren ve harikulâde düzeyde birbirine benzer yapıda olan video oyunları yaptırdığını görüyoruz. “Ghost Recon: Wildlands” oynarken da outpost ele geçirip bölge kurtarıyorsunuz, Far Cry veyahut Assassin’s Creed oynarken de. Kâğıt üzerinde üç oyun da birbirinden bambaşka temalara sahip oyunlar halbuki. Neyse, en azından geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan söylentilere göre (ki bugün Ubisoft resmi twitter hesaplarıyla bu durumu kısmen onayladı) Ubisoft, Assassin’s Creed serisini, serinin bir sonraki oyunu olacak olan “Assassin’s Creed: Mirage” ile köklerine döndürmeyi hedefliyor. Açıkçası, Assassin’s Creed: Unity’den sonra seriden uzaklaşmış ve Assassin’s Creed: Origins ile gelen radikal değişikliklerden sonra da seriden kopmuş biri olarak bu haberin beni bir hayli heyecanlandırdığını ifade etmem gerek. 10 Eylül’de gerçekleşecek Ubisoft Forward etkinliğini bu bağlamda merakla bekliyorum.
Konuyu çok dağıttım, izninizle çıkış noktamıza geri dönelim. Başta da ifade ettiğim gibi, son yıllarda ya sakız gibi uzayan ya da birbirinin tekrarı olan yapımlarla karşı karşıyayız ve açıkçası bu durum benim canıma tak etmiş vaziyette. Açım yahu, yeni fikirlere, daha önce görülmemiş dizilere açım. Her neyse; belki dikkatinize takılmıştır, geniş kitlelerce çok sevilen Stranger Things, geçtiğimiz haziran ayında dördüncü sezonuyla Netflix’e çıkış yaptı. Serinin sıkı bir takipçisi olan herkes gibi ben de dizi yayınlanır yayınlanmaz oturdum başına, görece kısa bir sürede de izleyip bitirdim. İlginçtir ki, bu olay benim için bir kırılma noktası oldu. Aslında hakkını da yemek istemiyorum, dizinin dördüncü sezonu, geride bıraktığımız en sonki iki sezona kıyasla çok daha iyiydi. Aynı olayların tekrarından ziyade biraz geçmişe de giderek Stranger Things lore’unun genişleyişine şahit olduk, keyifliydi. Gelgelelim, kusursuz bir sezon muydu? Kesinlikle değildi. Bölümler haddinden fazlaca uzundu ve özellikle sezonun geri kalanından ayrıca çıkış yapan biri 1 saat 27 dakika, diğeri ise 2 saat 22 dakika olan son iki bölüm beni bir hayli bezdirdi. İlk sezonu ilk izleyişime gitti aklım, ne kadar da dinamik gelmişti o zamanlar diye düşündüm. İşte bu, benim için kırılma noktası oldu. Dedim ki tamam, ben devam sezonu izlemeye doydum, artık yeni bir şeyler için denize inme vakti.
Genelde yeni bir şeylere başlamaya karşı doğal karşılanabilecek bir çekince oluyor insanlarda. Zamanımız zaten kısıtlı ve bu yeni şeyi beğenip beğenmeyeceğimizi de tam olarak kestiremiyorsak o ilk bölümü izlemek, beynimizi aktif olarak kullanıp neler olduğunu anlamak, karakterleri tanıyıp hafızamıza yerleştirmek vesaire hiç çekilesi olmayan bir çile formunu alıyor zihnimizde. Bu bağlamda iş biraz bize, biraz da senarist ve yönetmenlere düşüyor. Bizim biraz konfor alanımızdan çıkmamız, senarist ve yönetmenlerin de bu sorunu göz önünde bulundurarak pilot bölümleri inşa etmeleri gerek diye düşünüyorum. Neyse ki şanslısınız, bahsettiğim süreç akabinde izlediğim üç dizi de bu bağlamda iyi iş çıkarmış diziler. Şimdi izninizle kendi izlediğim sırayla üçünden de size bahsetmek istiyorum.
Severance
Orijinal bir fikir, özenle yazılmış bir senaryo, şahane yönetmenlik ve harikulâde oyuncular. Bir seyirci başka ne isteyebilir ki?
Senaryosunu Dan Erickson’un yazdığı, yönetmen koltuğunda ise Ben Stiller’ın oturduğu Severance, 18 Şubat 2022 tarihinde çıkış yapmış bir Apple TV+ dizisi. Dizinin birden fazla başrol oyuncusu olduğunu söylesek hata etmiş olmayız fakat “protagonist” olarak niteleyebileceğimiz Mark karakteri, popüler komedi dizisi “Parks and Recreation”dan “Ben Wyatt” olarak tanıdığımız Adam Scott tarafından canlandırılıyor. Başlangıçta da ifade ettiğim gibi ne Adam Scott’ın ne de diğer oyuncuların performansında kusur bulmak mümkün. Diziyi izlerken, deyim yerindeyse, size sunulan dünya içerisinde kayboluyorsunuz. Ben bu “immersion” konusuna oldukça önem veriyorum. İzlediğim şeyin beni içine alması, gerçekliğimi kendi sunduğu gerçeklikle değiştirmesi gerek diye düşünüyorum. Ekran başından kalktığımda “vay be,” demeli ve diziyi bir süre daha istemsizce zihnimde taşımalıyım. Kısacası diziyi bitirdiğimde geride bana bir şeyler kalmış olmalı. Severance bu bağlamda beklentilerimi bir hayli karşıladı, hatta üzerine bile çıktı diyebilirim. Son bölümü izledikten sonra uzun zamandır tatmadığım bir hissi tattığımı ve bu hissi ne kadar da özlemiş olduğumu fark ettim.
Dizinin konusunu boylu boyunca önünüze sererek seyir deneyiminizi baltalamak istemiyorum fakat içeriğine dair hiçbir bilgi vermeden geçmek de olmaz. O yüzden şöyle yapalım, ben diziye ismini vermiş olan “Severance” işleminin ne olduğundan kısaca bahsedeyim, ilginiz cezbolursa dizinin geri kalan kısmını siz kendiniz deneyimleyin.
Eminim bir çoğunuz hayatınızın bir döneminde “keşke bir kopyam olsaydı da şu işi o hallediverseydi” demişsinizdir. Dizinin kurduğu evrendeki LUMON isimli şirket, “Severance” işlemiyle bu hayalinizi gerçekleştirmeyi hedefliyor. Basit bir operasyonla beyninize yerleştirilen küçük bir cihaz, hafızanızda sizin erişiminiz olmayan bir bölüm oluşturarak sizi dizideki tabiriyle “sever” etmiş oluyor. Siz LUMON bünyesindeki iş yerinize her giriş yaptığınızda normalde kullandığınız hafıza bölümü inaktif hale geliyor ve severance işlemi sonucu oluşturulmuş yeni hafıza bölümünü kullanmaya başlıyorsunuz. Mesai saatiniz dolduğunda yani iş yerinden çıkış yaparken durum tersine dönüyor ve hayatınıza kaldığınız yerden devam etmiş oluyorsunuz. İşbaşı yaparken daldığınız uykudan iş çıkışında uyanmak gibi. Ayrıca aradaki süreç de sizin için hiç yaşanmamış oluyor. Bir başka deyişle, hafta içi her gününüzden 8 saatin silinmesi karşılığında LUMON şirketinden maaş alıyorsunuz. Severance işlemi başlangıçta kulağa her ne kadar hoş gelse de aslında derine inildiğinde etikle alakalı birtakım soruları da beraberinde getiriyor. Bu işlem sonucunda hayat döngüsü sadece iş yerinde çalışmaktan ibaret olan bir kopyanızı yaratmış oluyorsunuz. Dehşet verici, öyle değil mi? Dizi de bu sezonda ağırlıklı olarak bu konu üzerine ilerliyor.
Bu sezonda demişken, belirtmem gerekir ki maalesef Severance tek sezonluk bir min-dizi değil. İnsan üzülse mi sevinse mi bilemiyor. Dizi Apple tarafından ikinci sezon için yenilendi ve senarist Dan Erickson’un ifadesine göre yaklaşık beş sezonluk bir hikâyenin işlenmesi planlanıyor. Umalım ki kalan sezonlar da ilk sezon kadar iyi olsun, tıpkı geçtiğimiz günlerde vedalaştığımız Better Call Saul’da olduğu gibi.
The Bear
The Bear’ın varlığından Severance’ı izlerken haberim oldu, keza kendisi oldukça yeni, deyim yerindeyse “çiçeği burnunda” bir dizi.
Christopher Storer tarafından yaratılmış olan The Bear, 23 Haziran 2022’de -maalesef henüz resmi olarak Türkiye’de bulunmayan- “Hulu” isimli dijital streaming platformuna çıkış yaptı. Hemen yelkenleri suya indirmeyin çünkü Disney+ Türkiye’nin twitter hesabından yaptığı duyuruya göre dizi çok yakında bu platformda da yayına sokularak Türk izleyicilerin beğenisine sunulacak.
Başrolde, Shameless dizisinden “Lip Gallagher” olarak tanıdığınız yetenekli oyuncu Jeremy Allen White’ın yer aldığı bu dizi, Severance’a kıyasla tansiyonu daha yüksek bir yapım ve her biri yaklaşık 25 dakika olan yüksek tempolu sekiz bölümden oluşuyor. Bu demek değil ki dizi baştan sona seyirciye bir an olsun nefes aldırmayan bir harala gürele festivali. Tam tersine, The Bear’ın her bölümü titizlikle ayarlanmış inişlere ve çıkışlara sahip (yedinci bölümü ayrı tutmak gerek, izlediğinizde ne demek istediğimi anlayacaksınız). Peki, dizi bu bağlamda başlı başına kusursuz bir yapım mı? Değil elbette. Tempoyu sekteye uğratmamak adına senaryo bazı yerlerde haddinden hızlı ilerliyor. Başka bir ifadeyle, biraz oldu bittiye geliyor bazı şeyler. Bu çok büyük bir sorun mu? The Bear ekseninde değil. Konu Severance olsa daha farklı yaklaşırdım çünkü Severance’ın yükünü verdiği ayağı bilimkurgu kısmı fakat The Bear’da durum daha farklı. The Bear seyircinin düşüncelerinden ziyade duygularına daha çok hitap ediyor. Ekranda gördüğünüz yüksek tansiyonlu ortamın içinde siz de eriyip gidiyor, mutfak içinde bir o yana bir bu yana savruluyorsunuz.
Dizi öyle aman aman çok özel bir senaryoya sahip değil fakat senaryosunu olabilecek en iyi şekilde işliyor. Ana karakter olarak niteleyebileceğimiz, dünyanın en iyi restoranlarında şeflik yapmış Carmen Berzatto’nun, abisinin ölümü üzerine işi gücü bırakıp vasiyetinde Carmen’e bıraktığı sandviç dükkanına dönerek burayı dört başı mamur bir işletme haline getirme çabasını izliyoruz. Bu süreçte karşılaştığı zorluklarla yılgın ama azimli mücadelesinin seyir zevki epey yüksek. İnsanları değiştirmek, onları yeni bir düzene adapte etmek çok zor. Bu bağlamda gerçekleştirilen sosyal devrimlerin adımları da benim ilgimi çok çekiyor.
Bu arada tıpkı Severance gibi The Bear da ikinci sezon için yenilendi. Beklemedeyiz.
Yellowjackets
Yellowjackets, Severance ve The Bear’a kıyasla daha eski bir dizi fakat çok da eski bir dizi değil. Kendisi 14 Kasım 2021’de yayınlanmış bir Showtime yapımı. Maalesef Türkiye’den resmi yollarla erişerek izleyebileceğiniz bir platformda yayınlanmıyor; bu bağlamda benim de göz bandımı takarak dingin olmayan sulara açılmam gerekti. Velhasıl, teknik detaylara geri dönecek olursak, dizinin ne yönetmeni, ne senaristi, ne de oyuncuları çok popüler isimler değil. Önceden göz aşinalığım olan üç oyuncu fark ettim, başka birileri daha varsa ve gözümden kaçırdıysam aflarına sığınıyorum; sonraki yapımlara artık.
Popülerlik demişken, eminim ki nerdeyse hepimiz “popüler” olanın her zaman “iyi” çıkmayabileceği konusunda hemfikirizdir. Keza tam tersi de geçerli ve sanırım Yellowjackets’taki oyuncuların performanslarını bu ikinci kategoriye dahil etsek hata etmiş olmayız. Oyunculukların kötü olduğunu iddia etmiyorum ama zaman zaman o kadar da iyi olmadıkları bir gerçek. Ne demek istediğimi daha net aktarabilmek için önce size dizinin konusundan biraz bahsedeyim, sonra bu konuya geri dönelim.
Bilmem siz Lost’u sever misiniz ama ben şahsen pek severim. Her ne kadar inşa ettiği senaryo parçalarını düzgünce toparlayıp tamamına erdirememiş olsa da bana epey keyifli vakit geçirtmişti zamanında. Uçakların düştüğü apokaliptik durumlara karşı bir zaafım var sanırım. Yakın geçmişte çıkan Into The Night da mesela süper süper bir dizi değil ama niyeyse işlediği konu münasebetiyle beni ayrı bir cezbediyor. Her neyse, Yellowjackets’a geri dönecek olursak, bu dizi için “Lost’un sınıfta kaldığı noktalarda pekiyi ile sınıfı geçme potansiyeli taşıyan yapım” diyebiliriz; en azından şimdilik. Senaryo, ulusal futbol turnuvasına katılmak için yola çıkmış Yellowjackets isimli lise kız futbol takımının uçağının düşmesi akabinde ıssız bir bölgede geçirdikleri 19 ayı ve günümüzü konu alıyor. Hem kızların kaza sonrası dönemde yaşadıklarını, hem de bu süreçten sağ kurtulanların günümüzdeki etkileşimlerini izliyoruz. İlk sezon ekseninde hikâyenin pek spoiler verilebilir bir yanı yok açıkçası. Hikâyenin henüz yalnızca “serim” kısmını gördük diyebilirim. Sezonun son iki bölümünde sineklerin tanrısı tadı almaya başlıyorsunuz fakat sezon boyu inşa edilen gizemlerin birçoğu açıklığa kavuşmuş olmuyor. Yine de bütün bunlara karşın tatmin edici bir sezon olduğunu söyleyebilirim. Müzikleri ne güzeldi yahu!
Şu oyunculuklar konusuna geri dönecek olursak, bahsettiğim gibi dizi hem geçmişi hem günümüzü anlatıyor ve bu bağlamda iki set oyuncu var: kızların genç hallerini canlandıranlar ve günümüzdeki hallerini canlandıranlar. İsim vererek konuşacağım, burada yazdıklarımı diziyi izledikten sonra daha iyi anlar ve hak verirsiniz diye düşünüyorum. Yetişkin hâllerine şahitlik ettiğimiz dört ana karakterden üçünün geçmiş ve günümüz halleri arasında bir tutarlılık durumu olması söz konusu, fakat Natalie… Ah Natalie ah! Bilmiyorum yahu, ben bir türlü inandıramadım kendimi iki Natalie’nin de aynı kişi olduğuna. “Karakter gelişimi denen bir şey var Tunahan, haberin var mı?” diyeceksiniz. Var efendim var, onu da göz önünde bulundurarak yapıyorum bu yorumu. Olmuyor, iki Natalie bağdaşmıyor. Yetişkin aktör kendini çok zorluyor sanki genç Natalie ile harmoni içinde olmak için. Halbuki öyle yapmasa, Natalie karakterini özümsemeye çalışsa biraz, aynı çekirdek değerleri taşıyan bir yetişkin portresi koysa ortaya, sanki çok daha iyi bir performans çıkarmış gibi geliyor bana. Belki yönetmenlerin de kusuru vardır bu hususta, o yüzden tüm suçu oyuncuya yüklemek istemiyorum ama dediğim gibi, var bir olmamışlık. Çok kritik bir problem mi? Değil. Ama olsun, “immersion” seyirci için kritik. Bozuluyorsa bir sebeple, oraya müdahale etmek gerekir diye düşünüyorum. Neyse ki senaryonun olay dizimi ve genel ritmi olabildiğince iyi ayarlandığı için kendinizi bu kurgu dünyada kaybetmek çok zor olmuyor.
Bilin bakalım başka hangi dizi diğer iki arkadaşı gibi otuz sezon olma yolunda. Evet! Yellowjackets. Yellowjackets da The Bear ve Severance gibi ikinci sezon için yenilendi. Geçtiğimiz ayın sonunda çekimlere başlandı ve 2023’ün ilk çeyreğinde dizinin seyirciyle buluşması bekleniyor. Neyse, kızamıyorum artık. Sakız gibi uzatmayın da on sezon da izleriz (Ama ne gerek var gerçekten, ahh ah…).
Kapanış
Özetle, eğer siz de benim gibi yeni tatlar arayışı içerisindeyseniz, bu üç dizinin üçüne de mutlaka bir göz atın derim. Aklınızda bu tarz yeni, dinamik, ilgi çekici başka tatlar varsa aşağıda yorumlar kısmında paylaşmayı unutmayın. Keyifli günler diliyorum; bir sonraki yazıda görüşmek üzere kendinize çok iyi bakın!