Speech Sounds - Octavia E. Butler (Türkçe Çevirisi)

Kendi ellerimizle yitirdiğimiz seslerin öyküsü.

Her ne kadar ırkçılık, fakirlik ve sıkıntı dolu bir hayatı olsa da hikayeleriyle baş döndüren Butler'ın henüz çevirisini görmediğim bir hikayesiyle karşınızdayım.

Hikayemiz post apokaliptik bir dünyada geçmektedir. Ana karakter Rye aracılığıyla yazar bizlere dilin yalnızca iletişimden ibaret olmadığını, insanlar arasında derin bir bağ olduğunu, bu yetinin/bağın eksikliğinde anlamın, şiddetin karmaşıklığını gözler önüne seriyor.

Hikayenin adı "Speech Sounds", Ben Türkçeye "Yitik Sesler" olarak çevirdim. Lütfen okurken çeviride hatalar olabileceğini, profesyonel bir çeviri olmadığını, hobi ve tecrübe amaçlı çevrildiğini unutmayınız. Octavia Butler'ın eşsiz kaleminden sizlere, iyi okumalar dilerim.

YİTİK SESLER

Washington Bulvarı otobüsünde içinden çıkılması güç bir durum vardı. Rye önünde sonunda bir belayla karşılaşacağını hissetmişti. Yalnızlığı ve umutsuzluğu onu otobüsten inmeye zorlayıncaya dek gitmeyi ertelemişti. 20 mil uzakta (yaklaşık 32 kilometre ötede), Pasedena’da, hala hayatta kalmış olabileceğine inandığı birkaç akrabası vardı. Bunlar erkek kardeşi ve onun iki çocuğuydu. Şansı yaver giderse, tek yönlü günübirlik bir yolculuktu bu. Nitekim Virginia Yolu’ndaki evinden ayrılırken beklenmedik bir anda gelen bu otobüs, şans gibi görünmüştü. Ta ki bela geliyorum diyene kadar. İki genç adam, muhtemelen yanlış anlaşılma olan, bir tür anlaşmazlığa karışmışlardı.

Koridorda durup homurdanarak ve birbirlerine el kol hareketleri yaparak tartışıyorlardı. Her biri, otobüs çukurlardan geçerken dengesini korumaya çalışarak, kendine özgü belli belirsiz bir T duruşundaydı. Şoför sanki onların dengelerini bozmak için ayrıca bir çaba sarf ediyor gibiydi. Yine de, hareketleri birbirine temas etmiyordu. Alaycıl yumruklar ve kaybolan küfürlerin yerini alan el oyunlarıyla birbirlerini korkutmaya çalışıyorlardı.İnsanlar ikiliyi izledikten sonra birbirlerine bakıp telaşla fısıldaşmaya başladılar. İki çocuk sızlandı. Rye, tartışanların birkaç adım gerisinde ve arka kapının karşısında oturuyordu. Kavganın, biri cesaretini kaybettiğinde, eli kaydığında ya da kendini ifade edemediğinde başlayacağını bilerek ikiliyi dikkatle izliyordu. Bu olaylar her an gerçek olabilirdi.

Otobüs tam da o an büyük bir çukura girdiğinde bu olaylardan biri gerçekleşti. Uzun, zayıf ve küçümseyici bakışlı adam, daha kısa boylu rakibinin üzerine doğru savruldu. Hemen ardından adamlardan kısa olanın, sol yumruğunu uzun olanın suratına göndermesiyle rakibinin küçümseyici bakışları bozuldu. Kısa olan ne sol yumruğundan başka bir silaha ihtiyacı olduğuna ne de bir silaha ihtiyacı olduğuna inanarak, rakibini dövmeye başladı. Vuruşları yeterince hızlı ve sertti. Uzun olan adam dengesini yeniden sağlayamadan ya da bir kez bile karşılık veremeden kısa adam onu yere serdi.

İnsanlar korku içinde çığlık attı ya da rahatsız edici tiz bir ses çıkardı. Yakındakiler yoldan çekilmek için çabaladı. Olay karşısında üç genç adam daha coşkuyla bağırdı ve tehlikeli görünen el kol hareketleri yaptı. Sonra, her nasıl olduysa, bu üç kişiden ikisi arasında ikinci bir tartışma çıktı. Muhtemelen biri yanlışlıkla diğerine dokunduğu ya da vurduğu içindi. İkinci kavga korkmuş yolcuları oradan oraya sürüklerken, bir kadın şoförün omzunu dürtükledi ve kavgayı eliyle işaret ederek homurdandı.Şoför de dişlerini gösterip homurdanarak karşılık verdi. Korkuya kapılan kadın geri çekildi.

Rye, otobüs şoförlerinin bu gibi durumlarda uyguladıkları yöntemleri bildiği için kendini hazırladı. Önündeki koltuğun demirine tutundu. Şoför frene bastığında Rye hazırdı ama dövüşenler hazır değildi. Koltukların üzerinden çığlık atan yolcuların üzerine savrularak daha fazla kargaşaya yol açtılar. Hiç yoktan bir kavga daha başladı.

Otobüs durduğu anda Rye ayağa kalktı ve çıkmak için arka kapıyı ittirmeye başladı. İkinci itişte kapı açıldı ve bir kolunda çantasıyla kendini dışarı attı. Birkaç yolcu daha onu takip etti ama bazıları otobüste kaldı. Otobüsler artık o kadar seyrek ve vakitsizdi ki, insanlar denk geldiklerinde kaçırmıyorlardı. Bugün ya da yarın başka otobüs olmayabilirdi. İnsanlar yürümeye başladılar ve bir otobüs gördüklerinde onu gösterdiler. Rye'ınki gibi Los Angeles'tan Pasadena'ya şehirlerarası yolculuk yapan insanlar kamp yapma planları yapıyor ve daha da kötüsü kendilerini soyabilecek ya da öldürebilecek yerlilere sığınma riskini göze alıyorlardı. Otobüs hareket etmedi ama Rye oradan uzaklaştı. Sorunlar bitene kadar bekleyip tekrar binmeyi düşünüyordu, ama çatışma ihtimaline karşı bir ağacı siper almak istiyordu. Bu nedenle, caddenin karşısında yıpranmış mavi bir Ford U dönüşü yapıp otobüsün önüne yanaştığında kaldırımın yanındaydı. Bugünlerde arabalar nadirdi. Hatta kritik derecede bir yakıt kıtlığı olması ve sağlam tamircilerin bulunması kadar nadirdi. Hâlâ çalışır durumda olan arabaların ulaşım aracı olarak kullanılmaları kadar silah olarak kullanılmaları da muhtemeldi. Bu yüzden, Ford'un şoförü Rye'a işaret ettiğinde, Rye temkinli bir şekilde uzaklaştı. Arabadan inen şoför iri yarı, genç, düzgün sakallı ve koyu, gür saçlı bir adamdı. Üzerinde uzun bir palto vardı ve Rye'ınkine benzer temkinli bir bakış takınmıştı. Rye, birkaç adım ötede durup ne yapacağını görmek için bekledi. Şoför önce içindeki kargaşayla hala sallanmakta olan otobüse, sonra da inmiş olan bir grup yolcuya baktı. Ardından tekrar Rye'ye baktı. Rye, ceketinin gizlediği eski kırk beşlik otomatik tabancanın çokça farkında olarak bakışlarına karşılık verdi. Gözlerini adamın ellerine kilitledi. Adam sol eliyle otobüsü işaret etti. Koyu renkli camlar içeride neler olup bittiğini görmesini engelliyordu.

Sol elini kullanması, Rye'nin dikkatini malum meseleden daha fazla çekti. Solak insanlar genellikle engelli olma ihtimali daha düşük, daha makul ve anlayışlı olma eğilimindeydi. Hayal kırıklığı, kafa karışıklığı ve öfke ile daha az özdeşleşmiş olurlardı. Rye, adamın hareketini taklit ederek sol eliyle otobüsü işaret etti, sonra her iki yumruğunu havaya doğru salladı.

Adam paltosunu çıkardı ve altında, cop ve beylik tabancasıyla birlikte Los Angeles Polis Departmanı üniforması ortaya çıktı. Rye, ondan bir adım daha geri çekildi. Artık ne LAPD ne resmi ne de özel herhangi bir örgüt vardı. Sadece mahalle devriyeleri ve silahlı bireyler vardı. Hepsi buydu.

Adam paltosunun cebinden bir şey çıkardı, sonra paltoyu arabanın içine attı. Sonra da, Rye'a otobüsün arkasına doğru geri çekilmesi için işaret yaptı. Elinde plastikten yapılmış bir şey vardı. Adam otobüsün arka kapısına gidip orada durması için işaret edene kadar Rye onun ne istediğini anlamadı. Merakından dolayı ona uydu. Polis ya da değil, belki de bu aptal kavgayı durdurmak için bir şeyler yapabilirdi. Adam, otobüsün ön tarafından ilerleyerek şoför camının açık olduğu cadde tarafına doğru yürüdü. Orada, adamın otobüse bir şey attığını gördüğünü sandı. Hâlâ koyu renkli camdan bakmaya çalışırken insanlar arka kapıdan tökezleyerek, boğularak ve de ağlayarak dışarı çıkmaya başladı. Biber gazı mıydı o?

Rye düşmek üzere olan yaşlı bir kadını yakaladı, düşme ve ezilme tehlikesi geçiren iki küçük çocuğu kaldırıp aşağı indirdi. Sakallı adamın ön kapıdan insanlara yardım ettiğini görebiliyordu. Dövüşenlerden biri tarafından dışarı itilen zayıf, yaşlı bir adamı yakaladı. Yaşlı adamın ağırlığıyla sendeleyen kadın, genç adamların sonuncusu çıkarken güçlükle yolundan çekilebildi. Ağzı burnu kanayan bu genç, diğerine çarparak tökezledi. Hala gazdan hıçkırarak ağlamalarına rağmen bu iki adam körlemesine boğuşmaya başladı. Sakallı adam otobüs şoförünün ön kapıdan çıkmasına yardım etti, ancak şoför onun yardımını takdir etmekten ziyade apaçık böbürlenmişti. Rye bir an için başka bir kavga daha çıkacağını düşündü. Sakallı adam geri çekildi ve şoförün tehditkâr hareketler yapmasını, öfkesini kelimelere dökmeden bağırıp çağırmasını izledi.

Sakallı adam kıpırdamadan durdu, hiç ses çıkarmadı, bariz şekilde aşağılayıcı olan el kol hareketlerine karşılık vermedi. En kötü engelli insanlar genelde böyle yapardı. Fiziksel bir tehdit oluşmadıkça geride dururlar ve daha az kontrol sahibi olanların bağırıp durmasına ve ortalıkta dolaşmasına izin verirlerdi. Onlar için, daha az anlayışlı olanların hassas olması, kendilerine göre aşağılık bir durumdu. Bu bir üstünlük tavrıydı ve otobüs şoförü gibi insanlar da bunu böyle algılıyordu. Bu tür bir “üstünlük” genellikle şiddetle, hatta bazen ölümle cezalandırılırdı. Rye'ın da başına bu tür tehlikeli anlar gelmişti. Bundan sebep, asla silahsız dolaşmazdı. Ve tek ortak dilin beden dili olduğu bu dünyada, silahlı olmak çoğu zaman yeterli oluyordu. Nadiren silahını çekmek ya da göstermek zorunda kalıyordu. Sakallı adamın tabancası sürekli göz önündeydi. Görünüşe göre bu otobüs şoförü için yeterliydi. Şoför tiksintiyle tükürdü, sakallı adama bir süre daha ters ters baktıktan sonra hızla gaz dolu otobüsüne doğru yürüdü. Bir süre otobüse baktı, içeri girmek istediği belliydi ama gaz hâlâ çok yoğundu. Pencerelerden sadece küçük sürücü camı açılıyordu. Ön kapı açıktı ama arka kapı biri tutmadıkça açık kalmıyordu. Tabii ki klima da uzun zaman önce bozulmuştu. Otobüsün temizlenmesi biraz zaman alacaktı. Otobüs şoförün mülkiyetiydi, onun ekmek teknesiydi. Yanlarına ödeme olarak kabul ettiği eşyalardan eski dergi resimlerini yapıştırırdı. Sonrasında topladıklarını ailesini beslemek ya da ticaret yapmak için kullanırdı. Eğer ekmek teknesi çalışmazsa, yemek yemezdi. Öte yandan, otobüsünün içi anlamsız birkaç kavga yüzünden parçalanırsa da, pek yiyemezdi.

Görünüşe göre bunu algılayamıyordu. Tek görebildiği, otobüsünü tekrar kullanabilmesi için biraz zamana ihtiyacı olduğuydu. Sakallı adama yumruğunu salladı ve bağırdı. Bağırdığı kelimeler boğuktu ve Rye onları anlayamadı. Bu, onun mu hatasıydı yoksa kendisinin mi bilmiyordu. Son üç yıldır o kadar az tutarlı insan konuşmasına şahit olmuştu ki, artık bunları ne kadar iyi tanıdığından da kendi zihinsel yetilerinin durumundan da pek emin olamıyordu. Sakallı adam iç çekti. Arabasına doğru baktı, sonra Rye'a işaret etti. Gitmeye hazırdı ama önce ondan bir şey istedi. Hayır. Hayır, buradan onunla birlikte ayrılmasını istiyordu. Üniformasına rağmen kanun ve nizam artık lafta bile kalmamışken kadını arabasına alma riskini göze almıştı.

Rye, başını herkesin anlayabileceği bir olumsuzlukla salladı ama adam çağırmaya devam etti. El sallayarak ona gitmesini işaret etti. Sakallı adamın daha az engelli olanların nadiren yaptığı bir şeyi yaptığı açıktı. Kendi durumunda olan bir başkasına potansiyel olarak olumsuz izlenim oluşturuyordu. Otobüsteki insanlar ona bakmaya başlamıştı.

Kavga eden adamlardan biri diğerinin kolunu dürterek sakallı adam ve Rye'ı işaret etti. Ardından sağ elinin ilk iki parmağını izci selamı verir gibi kaldırdı. Bu hareket çok hızlıydı ve anlamı uzaktan bile anlaşılıyordu. Sakallı adamla aynı grupta görünmüştü. Şimdi ne olacaktı? İşareti yapan adam ona doğru yürümeye başladı. Rye’ın adamın niyetinin ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktu ama yerinden de kıpırdamadı. Adam kendisinden yaklaşık 15 santimetre daha uzun ve belki de on yaş daha gençti. Ondan daha hızlı koşabileceğini düşünmüyordu. Yardıma ihtiyacı olduğunda birinin ona yardım etmesini de öyle. Etrafındaki insanların hepsi yabancıydı.

Bir kez eliyle işaret etti; adamın durması için net bir işaretti bu. İşareti tekrarlamaya niyeti yoktu. Neyse ki adam bu işarete uydu. Müstehcen bir hareket yaptı ve diğer birkaç adam güldü. Sözlü dilin kaybolması, bir dizi müstehcen hareketin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Adam basitçe, onu sakallı adamla cinsel ilişkiye girmekle suçlamış ve kendisinden başlayarak orada bulunan diğer erkeklerle bunu yapmasını istemişti. Rye onu bıkkınlıkla izledi. Adam ona tecavüz etmeye kalkışırsa insanlar bittabi seyirci kalabilirdi. Ayrıca onun adama ateş etmesini de izleyebilirlerdi. Adam bu kadar ileri gider miydi? Zorlamadı. Ona daha fazla yaklaşmadan tekrarladığı bir dizi müstehcen hareketten sonra, küçümseyici bir edayla döndü ve uzaklaştı.

Ve sakallı adam hâlâ bekliyordu. Beylik tabancasını ve kılıfıyla birlikte diğer her şeyi çıkardı. Tekrar işaret etti, elleri boştu şimdi. Silahının arabada ve kolay erişebileceği bir yerde olduğundan emindi. Fakat onu çıkarması Rye üzerinde etkili oldu. Belki de adam o kadar da kötü değildi. Belki de sadece yalnızdı. Kendisi de üç yıldır yalnızdı. Hastalık perişan etmiş, çocuklarını teker teker öldürmüş, kocasını, kız kardeşini, hatta anne babasını öldürmüştü… Hastalık, gerçekten bir hastalıksa, yaşayanları bile birbirinden koparmıştı. Ülkeyi kasıp kavururken, insanlar suçlamaları Sovyetler'e (gerçi onlar da dünyanın geri kalanıyla birlikte sessizliğe gömülüyordu), yeni bir virüse, yeni bir kirleticiye, radyasyona, ilahi bir cezaya havale edecek kadar bile hayatta kalamamışlardı. Hastalığın can alma şekli felç kadar hızlıydı ve bazı etkileri de felce benziyordu. Ancak oldukça spesifikti. Dil çoğunlukla kayboluyor ya da ciddi şekilde bozuluyordu. Hem de geri kazanılamayacak bir biçimde. Genellikle buna paralizi (felç), zihinsel bulanıklık (ya da bozulma) ve ölüm de eşlik ediyordu.

Rye, iki gencin ıslık çalıp alkışlamalarına ve sakallı adama başparmaklarıyla yaptıkları yukarı yönlü işarete aldırmadan sakallı adama doğru yürüdü. Eğer yaşlı adam onlara gülümsemiş ya da onları herhangi bir şekilde onaylamış olsaydı, fikrini kesinlikle değiştirecekti. Rye bir yabancının arabasına binmenin olası ölümcül sonuçlarını düşünseydi, fikrini değiştirirdi. Bunun yerine, sokağın karşısında yaşayan adamı düşündü. Hastalığa yakalandığından beri nadiren yıkanırdı. Ve nerede olursa olsun işemek onun için bir alışkanlıktan farksızdı. Zaten iki kadını vardı; biri büyük bahçelerine bakıyordu. Kadınlar koruması karşılığında ona katlanıyorlardı. Adam Rye'ın üçüncü kadını olmasını istediğini açıkça belli etmişti.

Rye, arabaya bindi ve sakallı adam kapıyı kapattı. Adamın şoför kapısına doğru yürümesini izledi. Bu izleyiş onun iyiliği içindi çünkü silahı yanındaki koltukta duruyordu. Bu arada, otobüs şoförü ve iki genç adam birkaç adım daha yaklaşmıştı ancak sakallı adam arabaya binenceye de hiçbir şey yapmadılar. Arabaya bindikten sonra içlerinden biri bir taş fırlattı. Diğerleri de onun izinden gitti ve araba uzaklaşırken birkaç taş zararsızca sekti. Otobüs biraz geride kaldığında Rye alnındaki teri sildi ve biraz rahatlamak istedi. Otobüs onu Pasadena yolunun yarısından biraz daha fazla götürecekti. Bu sayede yürümek için sadece 10 mil (yaklaşık 16 kilometre) kalacaktı. Şimdi bu yürüyüşün ne kadar süreceğini merak ediyordu ve tek sorununun uzun bir mesafeyi yürümek olup olmayacağını merak ediyordu.

Sakallı adam otobüsün normalde sola döndüğü Figuroa ve Washington'da durdu, ona baktı ve bir yön seçmesini işaret etti. Rye onu sola yönlendirdiğinde ve adam da gerçekten sola döndüğünde, rahatlamaya başladı. Eğer adamın onun yönlendirdiği yere gitmesinde bir sorun yoksa, belki de güvenilirdi. Yanmış, terk edilmiş binaların, boş arsaların ve hurdaya dönmüş ya da soyulmuş arabaların bulunduğu blokların yanından geçerlerken, adam başının üzerinden altın bir zincir çıkardı ve ona uzattı. Zincire takılı olan kolye ucu pürüzsüz, camsı, siyah bir kayaydı. Büyük olasılıkla obsidyendi.

Adamın adı belki Rock, Peter veya Black olabilirdi, ama Rye onu Obsidiyen olarak düşünmeye karar verdi. Bazen işe yaramayan hafızası bile Obsidian gibi bir ismi hatırlayabilirdi. Ona kendi ismini simgeleyen büyük altın bir buğday sapı şeklinde bir iğne uzattı. Bu iğneyi hastalık ve sessizlik başlamadan çok önce almıştı. Şimdi onu takıyor ve Rye’a (buğday) en yakın şey olduğunu düşünüyordu. Obsidiyen gibi onu daha önceden tanımayan insanlar muhtemelen ona Buğday (Wheat) olarak hitap ediyordu. Gerçi bunun bir önemi yoktu. Bir daha asla adının söylendiğini duymayacaktı zaten.

Obsidiyen, iğnesini ona geri verdi. İğneyi almak için elini uzattığında onu yakaladı ve başparmağıyla nasırlarının üzerini ovdu. Birinci Cadde'de durdu ve tekrar hangi yöne gideceğini sordu. Ardından Rye’ın gösterdiği gibi sağa döndükten sonra Müzik Merkezi'nin yakınına park etti. Torpido gözünden katlanmış bir kâğıt aldı ve açtı. Rye bunun bir sokak haritası olduğunu anladı ama üzerindeki yazılar ona hiçbir şey ifade etmiyordu. Haritayı düzeltti, tekrar elini tuttu ve işaret parmağını bir noktaya koydu. Ona ve kendine dokundu, yere doğru işaret etti. Aslında, "Buradayız."demek istiyordu. Nereye gittiğini bilmek istiyordu. Ona söylemek istedi ama üzülerek başını salladı. Okuma ve yazma becerisini kaybetmişti. Bu Rye’ın en ciddi ve en acı verici engeliydi. UCLA'da (Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles) tarih öğretmenliği yapmıştı. Serbest yazarlık yapmıştı. Şimdi kendi el yazılarını bile okuyamıyordu. Bir ev dolusu kitabı vardı ve bunları ne okuyabiliyor ne de yakacak olarak kullanabiliyordu. Hafızası ise, daha önce okuduğu şeylerin büyük bir kısmını ona geri getiremiyordu.

Haritaya bakarak hesap yapmayı denedi. Pasadena'da doğmuş, on beş yıl Los Angeles'ta yaşamıştı. Şimdi Los Angeles Şehir Merkezi'nin yakınlarındaydı. İki şehrin göreli konumlarını biliyordu. Caddeleri, yönleri biliyordu, hatta hurdaya dönmüş arabalar ve yıkılmış üst geçitlerle kaplanmış olabilecek otoyollardan uzak durması gerektiğini bile biliyordu. Kelimeyi tanıyamasa da Pasadena'nın yerini nasıl göstereceğini biliyor olmalıydı.

Tereddütle elini haritanın sağ üst köşesindeki soluk turuncu bir yamanın üzerine koydu. Bu doğru olmalıydı. Evet, Pasadena olmalıydı. Obsidiyen elini kaldırıp altına baktı, sonra haritayı katlayıp tekrar torpido gözüne koydu. Adamın okuyabildiğini geç de olsa fark etti. Okuyabiliyorsa muhtemelen yazabiliyordu da. Birdenbire ondan nefret etti. Derin, acı bir nefretti bu. Okuryazarlık onun için ne ifade ediyordu? Hem de koca adam olup hırsız-polis oynayan biri için? Ama okuryazar olan oydu, Rye değildi. Asla da olamayacaktı. Nefret, hayal kırıklığı ve kıskançlıktan midesinin bulandığını hissetti. Elinin sadece birkaç santim ötesinde dolu bir silah vardı.Kıpırdamadan durup ona baktı, neredeyse kanını görecekti. Ama öfkesi doruğa ulaşıp azaldı ve hiçbir şey yapmadı.

Obsidiyen tereddütlü bir samimiyetle Rye’ın elini tuttu. Rye ona baktı. Yüzü çoktan her şeyi anlatmıştı bile. Hâlâ hayatta olan hiç kimse yüzündeki o kıskançlık ifadesini tanımadan edemezdi. Yorgun bir şekilde gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı. Geçmişe özlem, şimdiki zamandan nefret, giderek büyüyen umutsuzluk ve amaçsızlık hissetmişti ama hiç bu denli birini öldürme isteği hissetmemişti. Sonunda evini terk etmişti, çünkü nerdeyse kendini öldürmenin eşiğine gelmişti. Hayatta kalmak için hiçbir neden bulamamıştı. Belki de bu yüzden Obsidiyen’in arabasına binmişti. Daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı.

Obsidiyen Rye’ın dudaklarına dokundu ve başparmağı ve parmaklarıyla konuşma hareketleri yaptı. Konuşabiliyor muydu? Başını salladı ve onun hafif kıskançlığının gelip gidişini izledi. Artık her ikisi de itiraf etmenin güvenli olmadığı bir şeyi itiraf etmişti ve şiddet olmamıştı. Obsidiyen kendi dudağına ve alnına dokunup başını salladı. Konuşamıyor muydu yoksa konuşulan dili mi anlamıyordu? Rye, hastalığın onlarla oynadığını, her ikisinin de en çok değer verdiği şeyi ellerinden aldığını düşünüyordu.

Obsidiyen’in neden kendi başına LAPD’yi yaşatmaya karar verdiğini merak ettiğinden onun kolunu çekiştirdi. Aklı başında duruyordu, yani yeterince. Neden evinde mısır, tavşan ve çocuk yetiştirmiyordu? Ama nasıl soracağını bilmiyordu. Sonra adam elini kadının uyluğuna koydu ve kadın başka bir soruyla yüzleşmek zorunda kaldı. Başını iki yana salladı. Hastalık, hamilelik, çaresizlik, yalnızlık acısı... hayır, hayır. Adam onun uyluğuna nazikçe masaj yaptı ve pek bir inanmayarak gülümsedi. Üç yıldır kimse ona dokunmamıştı. Kimseye dokunmayı da istememişti. Babası onu büyütmeye yardım etmek istese bile, böyle bir dünyaya bir çocuk getirmek nasıl bir şanstı? Yine de çok kötüydü. Obsidiyen onun için ne kadar çekici olduğunu bilemezdi. Bir kere gençti, muhtemelen kendisinden de gençti. Temizdi, istediğini talep etmek yerine rica ediyordu. Ama bunların hiçbir önemi yoktu. Anlık zevkler uzun vadede ömür boyu sürecek sonuçların yanında neydi ki? Obsidiyen Rye’ı kendine doğru çekti ve bir an için yakınlığın tadını çıkardı. Adam güzel kokuyordu, erkeksi bir güzellikti. Kadın isteksizce geri çekildi. Adam iç çekti ve torpido gözüne doğru uzandı. Rye ne ile karşılaşacağını bilmediğinden gerildi ama adamın çıkardığı tek şey sadece küçük bir kutuydu. Üzerindeki yazı onun için hiçbir şey ifade etmiyordu. Adam kutuyu açana ve içinden bir prezervatif çıkarana kadar da anlamadı. Obsidiyen ona baktı ve Rye önce şaşkınlıkla başını çevirdi. Sonra kıkırdadı. En son ne zaman kıkırdadığını hatırlamıyordu. Adam sırıttı, arka koltuğu işaret etti ve Rye bu sefer yüksek sesle güldü. Gençliğinde bile arabaların arka koltuklarından hoşlanmazdı. Ama etrafındaki boş sokaklara ve enkaz binalara baktı, sonra arabadan inip arka koltuğa geçti. Prezervatifi takmasına izin verdi, adam onun hevesine şaşırmış görünüyordu.

Bir süre sonra henüz yabancıların yakınında giyinik olmak istemediklerinden adamın paltosuyla örtünmüş halde yan yana oturdular. Obsidiyen bir bebeği uyutmak için yapılan sallama hareketini yaptı ve gözleriyle ona sorar gibi baktı. Rye yutkundu, başını salladı. Çocuklarının öldüğünü ona nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Adam onun elini tuttu ve işaret parmağıyla bir çarpı işareti çizdi, sonra tekrar aynı bebek sallama hareketini yaptı. Rye başını salladı, üç parmağını kaldırdı, sonra aniden gelen bir anı selini bastırmaya çalışarak uzaklara baktı. Kendine bu devirde büyüyen çocukların acınacak halde olduğunu söylemişti. Bu çocuklar binaların ne olduğunu, hatta nasıl yapıldıklarını hatırlamadan şehir merkezindeki kanyonlarda koşturacaklardı. Bugünün çocukları kitapları yakacak malzemesi olarak da topluyorlardı. Sokaklarda birbirlerini kovalayıp ve maymunlar gibi bağırarak koşuyorlardı. Gelecekleri yoktu. Artık olabilecekleri tek şey hayatları boyunca olacaklarıydı.

Obsidiyen elini kadının omzuna koydu ve kadın aniden dönerek küçük kutusunu beceriksizce aradı. Sonra ona adeta tekrar sevişmek için yalvardı. Ona unutkanlık ve zevk verebilirdi. Şimdiye kadar hiçbir şey bunu yapamamıştı. Şimdiye kadar her geçen gün onu, yapmamak için evden kaçış nedenini gerçekleştireceği zamana yaklaştırıyordu: silahını ağzına dayayıp tetiği çekmek. Obsidiyen’e onunla birlikte eve gelip gelmeyeceğini ve kalıp kalmayacağını sordu. Anladığında şaşkın ve aynı zamanda hoşnut görünüyordu. Ama cevaplamak için acele etmedi. Sonunda, Rye’ın korktuğu gibi başını salladı. Muhtemelen hırsız-polisçilik oynayıp kadın tavlamakla çok eğleniyordu. Ona karşı herhangi bir öfke hissetmeden, hayal kırıklığı eşliğinde sessizce giyindi. Belki de adamın zaten bir karısı ve hatta evi vardı. İhtimali epey yüksekti. Hastalık erkekleri kadınlardan daha çok etkilemişti. Daha çok erkeği öldürmüş, hayatta kalan erkekleri daha ağır şekilde sakat bırakmıştı. Obsidiyen gibi erkekler nadirdi. Kadınlar ya daha azıyla yetiniyor ya da yalnız kalıyordu. Eğer bir Obsidiyen bulurlarsa, onu ellerinde tutmak için ellerinden geleni yaparlardı. Rye, daha genç ve güzel birinin onu elinde tuttuğundan şüpheleniyordu.

Obsidiyen silahını kuşanırken Rye ona dokundu ve karmaşık bir dizi hareket yaparak dolu olup olmadığını sordu. Kadın hızlıca başını salladı. Adam onun kolunu okşadı.Rye bir kez daha onunla eve gelip gelmeyeceğini sordu, bu sefer farklı bir dizi jest mimik kullandı. Adam tereddütlü görünüyordu. Belki de tavlanabilirdi. Adam cevap vermeden arabadan inip ön koltuğa oturdu. Yeniden ön taraftaki yerini aldı ve onu izlemeye başladı. Adam şimdi üniformasını çekiştiriyor ve ona bakıyordu. Bir şey sorulduğunu düşündü ama ne olduğunu bilmiyordu. Obsidiyen rozetini çıkardı, bir parmağıyla rozetine dokunup göğsüne vurdu. Tabii ya.

Rye rozeti adamın elinden aldı ve buğday sapını rozete iliştirdi. Eğer tek çılgınlığı hırsız-polis oynamaksa, oynamasına izin verecekti. Üniforması ve her şeyiyle onu yakalayacaktı. Sonunda adamın kendisiyle tanıştığı gibi biriyle tanışabileceği ve ardından birine kaptırabileceği aklına geldi. Ama bir süre için onun elinde olacaktı. Adam sokak haritasını tekrar eline aldı, ona dokunarak belli belirsiz kuzeydoğuya, Pasadena'ya doğru işaret etti ve sonra kadına baktı. Kadın omuz silkti, önce onun omzuna, sonra kendi omzuna dokundu ve emin olmak için işaret parmağıyla ikinci parmağını birleştirdi. Adam iki parmağı kavradı ve başını salladı. Onunla birlikteydi. Haritayı ondan aldı ve gösterge tablasının üzerine fırlattı. Güneybatıya, eve doğru işaret etti. Artık Pasadena'ya gitmek zorunda değildi. Artık orada bir erkek kardeşi ve iki yeğeni -belki de sağ elini kullanan 3 erkek- olabilirdi. Artık korktuğu kadar yalnız olup olmadığını bilmesi gerekmiyordu. Artık yalnız değildi.

Obsidiyen, Hill Caddesi'ni güneye, ardından Washington'ı batıya bağladı ve geriye yaslanıp yeniden birine sahip olmanın nasıl bir şey olacağını merak etti. Rye’ın çöpten topladıkları, sakladıkları ve yetiştirdikleriyle onlara rahatlıkla yetecek kadar yiyecekleri vardı. Dört yatak odalı bir ev içinse kesinlikle yeterince yer vardı. Eşyalarını taşıyabilirdi. En iyisi de, karşıdaki hayvan geri çekilirdi ve belki onu öldürmek zorunda kalmazdı. Obsidiyen kadını kendine doğru çekmiş, başını onun omzuna koymuştu ki adam aniden sert bir fren yaptı ve neredeyse onu koltuktan fırlamasına sebep olacaktı. Göz ucuyla, arabanın önündeki caddeden birinin koşarak geçtiğini gördü. Caddede tek bir araba vardı ve biri onun önüne koşmak zorundaydı. Rye doğrulurken, koşanın kişinin bir kadın olduğunu ve eski bir ahşap evden tahtalarla kaplı bir vitrine doğru kaçtığını gördü. Kadın sessizce koşuyordu tabi ama bir dakika sonra onu takip eden adam, koşarken kulağa yarım yamalak gelen kelimelerle bağırdı. Elinde bir şey vardı. Bir silah değildi ama belki de bir bıçaktı.

Kadın bir kapı denedi, kilitli olduğunu görünce umutsuzca etrafına bakındı ve sonunda vitrinden kırılmış bir cam parçasını kaptı. Bunu alıp takipçisiyle yüzleşmek için döndü. Rye, kadının camla başkasına zarar vermektense kendi elini kesmesinin daha olası olduğunu düşündü.

Obsidiyen bağırarak arabadan atlayıp koştu. Rye onun sesini ilk kez duyuyordu, kullanılmadığı için boğuk ve derin bir sesti. Bazı konuşamayan insanların yaptığı gibi aynı sesi sürekli çıkarıyordu: "Da, da, da!"

Obsidiyen çiftin yanına doğru koşarken Rye arabadan indi. Adam silahını çekmişti. Rye korkuyla kendi silahını çekti ve emniyetini açtı. Olay yerine başka kimlerin gelmiş olabileceğini görmek için etrafına bakındı. Adamın Obsidiyen’e bir bakış attığını ve sonra birden kadına doğru hamle yaptığını gördü. Kadın elindeki camı adamın yüzüne sapladı ama adam kolunu yakaladı ve Obsidiyen onu vurmadan önce iki kez bıçaklamayı başardı. Adam iki büklüm oldu ve karnını tutarak yere yığıldı. Obsidiyen bağırdı ve Rye'a kadına yardım etmesi için işaret etti. Rye kadının yanına gidiyordu ki çok geçmeden sırt çantasında pek bir şey olmadığını hatırladı, sadece bandajlar ve antiseptik vardı. Ama kadın yardım edilemeyecek durumdaydı. Uzun, ince bir kemik bıçağıyla bıçaklanmıştı.

Kadının öldüğünü söylemek için Obsidiyen’e dokundu. Obsidiyen de hareketsiz yatan ve yaralı adamı kontrol etmek için eğilmişti, ölü gibi görünüyordu. Ama Obsidiyen Rye'ın ne istediğini görmek için etrafına bakarken adam gözlerini açtı. Yüzü acıdan buruşuverdi ve Obsidiyen’in henüz kılıfına soktuğu tabancasını kapıp ateş etti. Kurşun Obsidiyen’in şakağına isabet edip onu yere yıktı. Her şey çok kadar basit ve bir o kadar hızlı oldu. Bir an sonra Rye, silahın yönünü kendisine çeviren yaralı adamı vurdu.

Ve Rye üç cesetle yalnızdı.

Obsidiyen’in yanında diz çöktü. Kaşları çatık kuru gözlerle her şeyin bir anda neden değiştiğini anlamaya çalışıyordu. Obsidiyen gitmişti. Ölmüş ve herkes gibi o da onu terk etmişti. Adam ve kadının çıktığı evden oldukça küçük iki çocuk çıktı. Aşağı yukarı üç yaşlarında bir oğlan ve kız çocuğuydu. El ele tutuşarak Rye'a doğru sokağa geçtiler. Ona baktılar, sonra onu iterek geçip ölü kadının yanına gittiler. Kız, uyandırmaya çalışır gibi kadının kolunu salladı. Bu kadarı da çok fazlaydı. Rye ayağa kalktı, acı ve öfkeden midesi bulanıyordu. Üstüne bir de çocuklar ağlamaya başlarsa kusacağını düşündü.

O iki çocuk da kendi başlarınaydı. Çöp toplamak için yeterince büyüklerdi. Daha fazla acıya gerek yoktu. Bir yabancının büyüyünce tüysüz bir maymun olacak çocuklarına ihtiyacı yoktu. Arabaya geri döndü. En azından eve sürüp uzaklaşabilirdi. Nasıl araba kullanacağını hatırlıyordu.

Arabaya varmadan önce Obsidiyen’in gömülmesi gerektiği düşüncesi aklına geldi ve kustu. Adamı o kadar çabuk bulmuş ve kaybetmişti ki sanki güvenli konfor alanından koparılmış ve ani, açıklanamaz bir darbe yemiş gibiydi. Kafası bir türlü netleşmiyordu. Düşünemiyordu. Nasıl olduysa bir şekilde kendini ona geri dönmeye, ona bakmaya zorladı. Dizlerinin üzerinde buldu kendini, diz çöktüğünü hatırlamadan. Onun yüzünü, sakalını okşadı. Çocuklardan biri bir ses çıkardı ve onlara, muhtemelen anneleri olan kadına baktı. Çocuklar da ona baktı, belli ki korkmuşlardı. Belki de çocukların korkusu sonunda ona ulaşmıştı.

Arabayla uzaklaşıp onları terk etmek üzereydi. Neredeyse yapmıştı bunu, neredeyse iki küçük çocuğu ölüme terk edecekti. Kesinlikle yeterince ölüm olmuştu. Çocukları yanına alıp eve götürmek zorunda kalacaktı. Başka bir kararla yaşayamazdı. Etrafta üç cesedi gömecek bir yer aradı. Ya da iki. Katilin çocukların babası olup olmadığını merak etti. Sessizlikten önce, polis her zaman en tehlikeli çağrıların aile içi şiddet çağrıları olduğunu söylerdi. Obsidiyen’in bunu bilmesi gerekirdi. Bu bilgi onu arabada tutmazdı. Bu onu geri de tutmazdı. Kadının öldürülmesini izleyip hiçbir şey yapamazdı. Obsidiyen’i arabaya doğru sürükledi. Yanında kazacak bir şey yoktu aynı şekilde kazarken onu koruyacak biri de. Cesetleri yanına alıp onları kocasının ve çocuklarının yanına gömmek daha iyiydi. Obsidiyen nasıl olsa onunla birlikte eve gelecekti. Onu arka koltukta yere yatırdıktan sonra kadına döndü. Zayıf, kirli ve ciddi duran küçük kız ayağa kalktı ve bilmeden Rye'a bir hediye verdi. Rye kadını kollarından tutup sürüklemeye başladığında, küçük kız "Hayır!" diye bağırdı.

Rye kadını bıraktı ve kıza baktı. "Hayır!" diye tekrarladı kız. Kadının yanına geldi. "Git buradan!" dedi Rye'a. Küçük çocuk ona, "Konuşma." dedi. Sesleri bulanmıyordu ya da karışmıyordu. İki çocuk da konuşmuştu ve Rye onları anlamıştı. Çocuk ölü katile baktı ve ondan uzaklaştı. Kızın elini tuttu. "Sessiz ol." diye fısıldadı.

Akıcı bir konuşma! Yoksa, kadın konuşabildiği ve çocuklarına konuşmayı öğrettiği için mi ölmüştü? Bir kocanın köklü öfkesi ya da bir yabancının kıskançlıktan beslenen öfkesi yüzünden mi öldürülmüştü? Ve çocuklar... sessizlikten sonra doğmuş olmalıydılar. O zaman hastalık seyrini tamamlamış mıydı? Yoksa bu çocukların bağışıklığı mı vardı? Hastalanıp sessizliğe gömülmek için zamanları olduğu apaçık bir gerçekti.

Rye'ın düşünceleri öne geçti. Ya üç ya da daha az yaşındaki çocuklar güvende olsalardı ve dil öğrenebilselerdi? Ya ihtiyaç duydukları tek şey öğretmenler olsaydı? Öğretmenler ve aynı zamanda koruyucular. Rye ölü katile baktı. Utançla, her kim olursa olsun o kişiyi bu harekete geçirmiş olan bazı duyguları anlayabildiğini düşündü. Öfke, hayal kırıklığı, umutsuzluk, deli bir kıskançlık... Onun gibi sahip olamadıklarını yok etmeye hazır kaç insan daha vardı ki?

Obsidiyen koruyucuydu, kim bilir hangi nedenle bu rolü seçmişti. Belki de ağzına bir silah dayamak yerine yaptığı şey eskimiş bir üniforma giyip boş sokaklarda devriye gezmekti. Ve şimdi ortada korumaya değer bir şey varken, o gitmişti. Rye da bir öğretmendi. İyi bir öğretmendi. O da bir koruyucuydu ama sadece kendini koruyordu. Yaşamak için hiçbir nedeni yokken kendini hayatta tutmuştu. Hastalık bu çocukları rahat bırakırsa, onları hayatta tutabilirdi.

Bir şekilde ölü kadını kollarına aldı ve arabanın arka koltuğuna yerleştirdi. Çocuklar ağlamaya başladı, ama o kırık kaldırımın üzerine diz çöktü ve uzun zamandır kullanmadığı sesinin sertliğiyle onları korkutmaktan korkarak fısıldadı. "Hey, her şey yolunda." dedi onlara. "Siz de bizimle geliyorsunuz. Hadi gelin."derken ikisini de kaldırdı, her birini koluna aldı. Çok hafiflerdi. Yeterince yemek yiyorlar mıydı? Çocuk eliyle kızın ağzını kapattı ama kız yüzünü çevirdi. "Benim için konuşmak sorun değil." dedi ona. "Etrafta kimse olmadığı sürece sorun yok."diye ekledi. Rye oğlanı arabanın ön koltuğuna oturttu ve oğlan da kıza yer açmak için kendisine söylenmeden yana geçti. İkisi de arabaya bindiğinde Rye cama yaslandı, onlara baktı, artık daha az korktuklarını, kendisini en az korku kadar merakla izlediklerini fark etti.

"Ben Valerie Rye," dedi kelimelerin tadını çıkararak. "Benimle konuşmanızda bir sakınca yok."


Sonsöz, Ovtavia E. Butler'dan

"Konuşma Sesleri" yorgunluk, depresyon ve üzüntü içinde doğdu. Hikayeyi yazmaya başladığımda insanlık hakkında pek umutlu veya sevgili hissetmiyordum ancak sonuna geldiğimde umudum geri gelmişti. Her zaman böyle olur. İşte "Yitik Sesler"in arkasındaki hikaye:

1980'lerin başında iyi bir arkadaşım, özellikle tehlikeli ve acı verici bir kanser türü olan çoklu miyelomdan ölmek üzere olduğunu öğrendi. Bundan önce de yaşlı akrabalarımı ve aile dostlarımı kaybetmiştim ama hiç özel bir arkadaşımı kaybetmemiştim. Gencecik bir insanın hastalık nedeniyle yavaş ve acı verici bir şekilde ölmesine şahitlik etmemiştim. Arkadaşımın ölümü bir yıl sürdü ve ben her Cumartesi onu ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirmiştim. Yanımda çalıştığım romanın son bölümünü götürüyordum. Bu romanın adı Clay'in Gemisi idi. Hastalık ve ölüm hikayesiyle doluydu, bu durum için başlı başına uygunsuzdu. Ama arkadaşım her zaman romanlarımı okurdu. Bunu da okumak istediğinde ısrar etmişti. Sanırım ikimiz de onun romanın tamamlanmış halini okuyacak kadar yaşayacağına inanmıyorduk ve tabii ki bu konuda konuşmadık.

Onu görmeye gitmekten nefret ederdim. İyi bir insandı, onu severdim ama ölümünü izlemekten de nefret ederdim. Yine de her Cumartesi araba kullanmadığımdan otobüse biner ve hastane odasına ya da dairesine giderdim. Gittikçe zayıflıyor, acılarından dolayı kırılganlaşıyor ve titriyordu. Bense giderek daha depresif oldum. Bir Cumartesi günü, kalabalık ve pis kokulu bir otobüste otururken, insanların batık ayak tırnağıma basmasını engellemeye ve içimde korkunç şeyler düşünmemeye çalışırken, tam karşımda bir sorun olduğunu fark ettim. Bir adam, başka bir adamın kendisine bakışından hoşlanmadığına karar vermişti. Hem de hiç hoşlanmamıştı! Kalabalık bir otobüste sıkışıp kaldığınızda nereye bakacağınızı bilmek zordur.

Olduğu yerde sıkışıp kalan adam yanlış bir şey yapmadığını savundu ki gerçekten yapmamıştı. Kendini düşebileceği kötü bir durumdan kurtarmak ister gibi görünüp çıkışa doğru ilerledi. Sonra döndü ve tekrar tartışmanın içine girdi. Belki de işin içinde kendi gururu vardı. Neden kaçan o olsun ki? Bu kez diğer adam, yanında oturan kız arkadaşına uygunsuz bir şekilde bakıldığına kanaat getirdi. Nihayetinde saldırdı.Kavga kısa ve kanlı oldu. Geri kalan bizler yani ring dşındaki yolcular eğilip bağırdık ve vuruşlardan kaçınmaya çalıştık. Sonunda saldırgan ve kız arkadaşı, şoförün polisi arayacağından korkarak ite kaka otobüsten indiler. Gururlu adam ise sersemlemiş ve kanlar içinde, olan biteni anlamakta güçlük çeker bir şekilde etrafına bakındı.

Olduğum yerde oturdum, her zamankinden daha depresif bir şekilde tüm bu umutsuz, aptalca işten nefret ediyor ve insan türünün şu ya da bu tür yumruklar kullanmadan iletişim kurmayı öğrenecek kadar büyüyüp büyümeyeceğini merak ediyordum.

Ve nihayetinde aklıma olası bir hikayenin ilk satırı geldi: "Washington Bulvarı otobüsünde içinden çıkılması güç bir durum vardı."