Sylvia Plath'in İncir Ağacı: Kayboluşlar

Yanlış inciri koparırsam hepsi bozulduğunda bana ne olur?

Sylvia Plath'in incir ağacı ile henüz pasajın yer aldığı Sırça Fanus'u okumadan önce de sosyal medyada karşılaşmıştım. Plath'in gelecek kaygısını ve hayatında doğru kararları verdiğine dair baskıyı anlatış biçimi o zaman da beni çok etkilemişti ancak kitabı okuduğumda mümkünmüş gibi daha çok etkinlenmiş halde buldum kendimi.

Sırça Fanus, depresyon ile baş etmeye çalışan oldukça genç Esther Greenwood'un hayatı etrafında dönüyor. Bir moda stajyerlik programı için New York'a gittikten sonra tekrar Massachusetts'e, evine, dönen Esther'in depresyonu daha da kötüleşiyor ve bir akıl hastanesine yatırılıyor. Esther, eskiden yapmak istediği ve yapmaktan hoşlandığı şeyleri yapamayacak kadar depresif ve içi boş hissediyor, bununla birlikte ise daha da kötüleşiyor.

Kitap 60 sene önce çıktığındandır sanırım, Amerika'da yaşayan ve benden çok uzak bir hayatı olan Esther'in yaşadığı zorluklarda ve kaygılarda bu zamanda kendimi görmek biraz şaşırtmıştı beni.

Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum. Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör Ee Gee, öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika, biri Constantin, Sokrates, Attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha bir yığın aşık, bir başkasıysa Olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım daha bir sürü incir daha vardı. Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin, ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.

Pasaj, doğru gelecek için en doğru kararı vermenin yarattığı baskıdan ve olması gereken mükemmel geleceği yaratmanın zorluğundan bahsediyor. Bu, sadece o geleceği yaratmanın zor bir yoldan geçmesi değil; aynı zamanda ilk adım olan karar vermenin dahi ne kadar yıpratıcı olduğunu anlatıyor aslında. Bir karar vermeli insan, ve doğru da olmalı, aksi takdirde hepsi bozulur ve sonunda aç kalırsın. Bu pasajda beni en çok etkileyen kısım Plath'in bu durumu açlığa bağlaması. Bir şeyler üretmek, yapmak, bir yol seçmek ve bu yolu takip etmek insanı farklı anlamlarda doyuran bir ihtiyaçken yolunu seçememek insanlara neler yapar?

Bu yazıdan etkilenmem belki de benim de hayatımda çok sık bu kararsızlığı yaşamamdan ötürü olabilir. Hep derdim kendime de, ya en iyi yolu seçemezsem ve bunu fark ettiğimde çok geç olursa, hayatımın geri kalanını pişmanlıkla nasıl geçiririm?

En iyi yol aslında seçenekler arasında en çok beğenilen demek değil benim açımdan. Eğer geleceğe gidip görebilseydik, hangi yolda en mutlu ve başarılı olacağımızı bildiğimiz yol. Maalesef bunu bilmenin imkansızlığıyla her şey bu kadar da zorlaşıyor.

Henüz lisedeyken hangi alana yönelmem gerektiğini çok sorgulamıştım: dil mi okumalıydım ve okusam neler yapardım, sözel de okuyabilirdim aslında ama okulda yeterli sayıda seçen yoktur sınıf açılmaz zaten, eşit ağırlık... Şimdi bakınca basit gibi gözükse de o zamanlar dünyanın en büyük olayıydı benim için. Çünkü hayatımızın başları sayılabilecek kadar gençken bile bize bir yanlış hatanın çoğu şeyi değiştirebileceğine ve yolumuzu çok erken çizmemiz gerektiği söylenmişti. Lise son sınıfta üniversiteye sıra geldiğinde ise yurtdışında mı okumalıydım Türkiye'de mi? Yurtdışında kabul aldım, güzel, ama istediğim bu mu? Değilse neden bir sene hazırlanıp bunun için çalıştın ki, ayrıca Türkiye'de okusan pişman olmayacak mısın ilerde? Ama önemli olan istediğin bölümü okumak değil mi...

Bu sorular hala bitmiş durumda değil. Üniversitede derslerim, notlarım, üstten aldığım dersler, seçmeli dersler, stajlarım, hangi alana yönelmeliyim, mezun olunca direkt yüksek lisansa mı başlasam, peki yurtdışında mı yapmalıyım burda mı kalmalıyım gibi gibi bitmek bilmeyen soru işaretleri asla boş kalmamakta ısrarcı.

Bunu yaşayan tek insanın ben olmadığımı bilsem de sanırsam bu yüzden kitabın bu kısmı beni çok anlaşılmış hissettirmişti, veya belki de ben aynı durumu yaşasam da bu denli güzel ifade edemediğimdendi hiçbir zaman. Ama şu an düşününce de, bu sorular olmasaydı şu an olduğum yerde olmazdım ve bu kadar borçlu da hissetmeyebilirdim. Yaptığım fedakarlıklar, son anda karar değişiklikleri beni hayatımın tam bu anına getirdiyse böyle olmalıydı sanırım. Ancak bunu diyebilmek için her türlü yolu geçmek gerekiyor, bu da zor kısmı değil mi zaten. Geleceğin belirsizliği ve kontrolün bizde olması, ne istersek yapabilmemiz tabii, güzel bir özgürlük ama bu özgürlük beni neden bu kadar sıkışmış hissettiriyor ki?