Tanrı Benimle Neyi Kastetmiş Olabilir?

"İnsan işte, eğlencede, dünyada ya da bir manastırda değil; ancak ruhunda huzur bulabilir."

Öncelikle bu yazıyı bir uzman gözünden değil, okumalarımın beni götürdüğü yeri paylaşmak istediğim için yazıyorum. Søren Kierkegaard, 1813–1855 yılları arasında yaşayan, protestan mezhebi lüteriyanlığa mensup bir baba tarafından yetiştirilen Danimarkalı teolog ve filozoftur. Bu yazıda onun meşhur "Tanrı benimle neyi kastetmiş olabilir?" sorusunu Sylvia Plath ve Nilgün Marmara'nın da düşün dünyasına değinerek inceleyeceğim.

Bu soru benim felsefi dünyamın temel taşlarından birini oluşturur çünkü aslında bir kapısı da hayatımızın anlamını sorgulamamıza çıkıyor, tabii daha dinci bir bakış açısıyla. Soren Kierkegaard'ın hayatı ve düşünce dünyası göz önünde bulundurulduğunda konuyu böyle bir yerden ele alması kaçınılmaz.  Soren'in Tanrı ile hesaplaşması aslında ona aşırı dindar babasından miras kalmış diyebiliriz.

Soren, kendi Hristiyanlığını bireyci bir perspektiften ele almış bir filozoftur. Kilisenin kurumsallığına karşıdır, bireyin Tanrı ile birebir kurduğu ilişkiye daha çok önem verir. İşte bu arka plan ona bu soruyu sordurmuştur.

Bazı varoluşçu filozoflar Tanrı'nın insanı yaratırken bir kastı olmadığını ve Soren'in kendi yalnızlığı içerisinde bir değer yaratma güdüsüyle böyle bir düşünceye kapıldığını söylemiştir.

Gelelim Sylvia ve Nilgün'e. Nilgün Marmara'nın Sylvia'nın dünyasından ne kadar etkilendiğini hepimiz biliyoruz, o yüzden önce Sylvia'dan başlamak istiyorum. Sylvia belki Soren ile felsefi düzlemde ayrışıyordu fakat ikisi de -bence- benzer buhranlara sahipti, aynı soruları farklı şekillerde soruyorlardı belki de sadece. Belki sadece cevapları farklıydı. Yalnızlıkları, kimlik arayışları, kendilerine duydukları özlem, kaderlerini sorgulamaları…

Sylvia'nın Günlükler'ini okursanız Soren'deki Tanrı otoritesinin yerini tamamen boşluğa bıraktığını görebilirsiniz. Aslında bu kitap bize Sylvia'nın iç dünyası hakkında çok şey söyler. Plath bu kitapta ve diğer kitaplarında genellikle hayatının anlamını, neden bu dünyada olduğunu sorgular.

Günlükler'deki "Burada böyle oturup kendimle içimde olmadığını adım gibi bildiğim şey arasında hırpalanıp durmak zorunda olduğum için kendimden nefret ediyorum." pasajı onun çaresizliğine, bu anlam arayışına örnektir.

Gelelim Nilgün ile bağlantılarına. Beni en derinden etkileyen şey aslında şu olabilir: Plath'ın "Mary Ventura and the Ninth Kingdom" isimli öyküsünde ana karakter Mary Ventura ailesinin zorlamasıyla bir trene bindirilir. Tren gittikçe kararan bir yoldan geçtikten sonra dokuzuncu krallık isimli gizemli bir yere doğru gider. Bu krallık aslında ölüm ve kader ile ilişkilidir, belki de intihar ile. Mary yolculuğun sonunda kendisine dayatılan kaderi yenip trenden iner, yani belki de bu hayatı kendi elleriyle sonlandırır.

Metaforlarla örülü bu öyküde yolculuk hayattır, son durak ölüm. Cemal Süreya Nilgün Marmara'nın ölümü ardından onun hakkında "Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu olarak görüyordu." der. Sylvia'nın sorgulamaları, yaptığı metaforlar Nilgün'ün o kadar içine işlemiş ki dışardan bir gözle bile görülebilir hale gelmiş, bu benim hep çok ilgimi çekmiştir.

Bazen öldükten sonra ruhlarımızı yeni bedenlere devrettiğimizi, bazı insanların aynı ruhla yaşadığını düşünüyorum. Gerçi Soren ve Sylvia gibi birbirlerinden tamamen ayrı olarak değerlendirdiğimiz iki ruh varoluşsal buhran konusunda bu denli ortaklaşabiliyor. Belki ruhlarımızı ortak kılan, hepimizin hamuruna karılan tek şey budur.

Peki bütün bunların ışığında, sizce Tanrı sizinle ne kastetmiş olabilir? Bundan önce cevaplamamız gereken bir soru daha var, Tanrı her yarattığı ile bir şey kastetmiş midir? Bence evet. Eğer bir Tanrı varsa sebepsiz yere hiçbir şey yaratmamıştır. Evet etrafımızda belki amaçsız, belki boş, belki anlamsız hayatlar yaşayan insanlar var. Ama belki de Tanrı onlarla da bize boşluğun varlığını anlatmak istemiştir. Bazılarıyla iyiliği, bazılarıyla kötülüğü, bazılarıyla anlamsızlığı anlatması için hayatımıza birçok insan girip çıktı. Belki de Tanrı'nın kitabı insanlardır, insanların yüzünden onun anlattığı şeyleri okumamız gerekiyordur.

Eski bir nihilist olarak uzun süre hayatın bir anlamı olmadığını düşünerek yaşadım fakat bu şekilde yaşamımı sürdürmek benim için çok zordu. Sonra şunu düşünmeye başladım: Neden anlamsız yaşamak bu kadar zor?

Ya gerçekten bir yaratıcı varsa ve bizi ve bütün bu evreni bir anlam çerçevesinde yarattığı için anlamsızlık fıtratımıza uymuyorsa? Yaşamak için neden anlama ihtiyaç duyuyoruz ve kendimize anlamlar yaratıyoruz? Anlamsız, hazcı yaşamın bu denli kolay olması gerekirken biz neden taşı sıkıp suyundan anlam çıkarıyoruz? Bu hakikat değilse, ona çok yakın bir şeydir.

Hepimizin bir varoluşsal görevi olabilir, belki Tanrı bunu bu kadar net çizgilerle ayırmamıştır. Belki de çok klasik olsa da kendi anlamımızı kendimiz yaratacağız bir noktada. Herkes sanatçı değil, herkes bir değer üretmek zorunda da değil; fakat boşluğu bile temsil ediyorsak bunu en güzel şekilde temsil etmeliyiz bence.

Tanrı'nın bizimle kastedeceği şeyi seçmek bize kaldıysa onu bulup en güzel şekilde insanların yüzüne yansıtabiliriz. Eğer o bunu çoktan seçtiyse de yapacağımız -ya da yapmayacağımız- şey her neyse onu olabildiğince güzel taşımaktan, gerçekleştirdiğimiz her eylemde samimi olmaktan başka anlamı yoktur belki de bu hayatın.

Hiçbir şey yapmadan keyfine bakmak isteyen insanlar bile bize hayatın bir yönünü sunuyor, işaretleri kaçırmamak lazım. Bu kadercilik değil bence. Tanrıya inanalım ya da inanmayalım, belki de biz okumak istersek her şeyin bir anlamı var, en çok da anlamsızlığın.

"Boyalı Peçe" isimli kitaptan bir alıntı kaydetmişim zamanında, bu yazı için araştırma yaparken karşıma çıktı. "Bana oyle geliyor ki yasadigimiz dunyaya igrenmeden bakmanin tek yolu, insanlarin zaman zaman kaostan yarattigi guzelliklerden geciyor. Yaptiklari resimlerden, besteledikleri muziklerden, yazdiklari kitaplardan ve surdurdukleri hayatlardan. Butun bunlarin arasinda en zengin guzellik ise guzel yasam. İste mukemmel sanat eseri."

Bence hepimizin sanat eseri bu olmalı: güzel yaşam. Tanrı bizimle bir şey kastettiyse bu kesinlikle, bizi hapsettiği varoluşsal buhranlardan kurtulmak için, belki ondan arta kalan zamanlarda başarmamızı beklediği, güzel yaşamaktır.

"Biliyorsunuz, sevgili yavrum. İnsan iste, eglencede, dunyada ya da bir manastirda degil; ancak ruhunda huzur bulabilir." der aynı kitapta. Biz Sylvia gibi, Nilgün gibi, Soren gibi kendi ruhu huzursuzluğun mutlak kaynağı haline gelenler olarak belki bunu ütopik bir hedeften öteye götüremeyiz.

Ama gözümüzün alabildiği her şey tesadüf eseriyse de, her şey bir plan ve düzen dahilinde vuku bulmuşsa da; güzel yaşamak herkesin hem hakkı hem de görevi. Tanrı'nın bize yüklediği görevin sadece bu kadarını deşifre edebiliyorum, kalanı için şeytanlarım bana müsaade etmiyor.