Taşınma: Bir Kısa Hikâye

Büyükşehirlerin taşraya uzanan yolları.

Büyük şehirlerin geniş otoyollarının gittikçe daralan, taşraya uzanan ve kıvrılarak incelen; pek de işlek olmayan, mevsimlik yolları. Özel bir günün önceki sabahı dolup taşan ya da acı bir haberin derdini tek başına taşıyan ışıksız, bakımsız yollar. Birçoğu için artık yalnızca memleket olan şehirlere bağlanan bu yolların birinde, bir ağustos sonu görev yapan bir trafik polisi olsaydınız ve şehrin çıkışı yerine girişinde görevlendirilmiş olsaydınız, iki hafta önce ettiğiniz kahvaltıda ne yediğinizi hatırlayacak kadar boş zamanınız olurdu. Can sıkıntısından düşünmeye bir şey kalmasaydı ve yoldan geçen tek tük arabaları çevirip de içine bir göz atmak isteseydiniz, sizi büyük olasılıkla bir aile karşılardı. Bakımsız klima, terli sırt ve arabada atıştırılan poğaçaların kokusunun içinden size ehliyetini ve ruhsatını uzatan durgun suratlı şoförün yanında onun yorgun eşini, arka koltukta da onların somurtarak uyuyan, alnında ter birikmiş çocuklarını görürdünüz. Keyfiniz isteseydi de şoförle bir sohbet başlatsaydınız, onların İstanbul’dan, Ankara’dan veya İzmir’den memleketlerine göçen bir aile olduklarını öğrenirdiniz.

“Devletten emekli oldum, oralarda kimsemiz de yok. Okullar açılmadan memlekete geri dönmek lazım gerekti,” derdi bir tanesi size. Bunları söylerken yan koltuktaki hanımefendinin, eşine yönelttiği bitkin gözlerini görebilirdiniz.

“Oralarda işleri rayına oturtamadık, memleketi de özledik hâliyle,” diye sohbetinize katılırdı bir diğeri de. Kontrollerinizi sağladıktan sonra iyi dileklerinizle yollardınız onları.

Ancak hiçbiri olmazdı bunların. Tam bu tarihlerde, yerlisinin bile bunaldığı bu şehirlere varan yalnız yollarda şoför olsaydınız, sizi durduracak hiçbir polis memuru bulunmazdı.

Sabahın erken saatlerinde Rıhtım’dan geçiyorlardı. Sık sık mola verdikleri yolculukları neredeyse 15 saat sürmüştü ve değişen hava arabadaki kimseye iyi gelmiş gibi görünmüyordu. Güneşin ilk ışınları, arabanın ön camından doğruca arka koltuktaki genç kız çocuğunun suratına vurduğunda Ordu’nun merkezine varmışlardı. Kızın keskin yüz hatlarını yüksek elmacık kemiklerini ve sivri burnunu aydınlatan güneş, onu uyandırmıştı. Sarıldığı battaniyenin içinden elini çıkarıp arabanın camını indirmek üzereyken babası erken davrandı. Kız yol yorgunu gözlerle sahil şeridini izledi bir süre, tokasından fırlayan kumral saçları nemli rüzgâr ile hafifçe sallanıyordu. Denizden gelen koku ve martı sesleri onu pek memnun etmiş gibi görünmüyordu. Biraz sonra sesli bir esneme ile arabadakilere uyandığını bildirdi.

“Ay, Sude. Uyandın mı? Bu baban beni mahvetti, kazasız belasız bir varabilseydik evimize,” dedi kadın arkasını dönüp. Güzel bir günaydındı bu.

“Gelmişiz,” dedi. “Midem bulanıyor.” Yayılarak oturduğu koltukta doğruldu Sude. Yarı açık camı sonuna kadar indirdi, derin bir nefes aldı, biraz sonra bunun için pişman oldu. Uzun süredir su içmediğinden ağzı kupkuruydu.

“Babana dedim tünelden gidelim diye. Yok, ille de tutturdu Perşembe yolundan gidecekmişiz. Kusturdu beni kusturdu,” diye devam etti annesi. Mide bulantısı için bir cevaptı bu.

“İyi oldu iyi, bayağıdır sahil yolunu görmüyorduk. Tünel tünel nereye kadar,” dedi Şoför koltuğundaki babası. Bardak tutucuda duran açılmamış şişeyi alıp kızına uzatıp dikiz aynasından ona göz ucuyla bir baktı.

“Günaydın, kızım,” dedi sırıtarak.

“Günaydın,” diye yanıtladı Sude. Babasının susadığını düşünmesi gelecek birkaç dakikanın morali oldu onun için. Bunun verdiği enerjiyle yarım litreyi tek dikişte bitirdi. Enerjisini ve ruhunu toparlarken annesi ev temizliği ve kahvaltı hakkında konuşmaya başlamıştı.

Ordu’ya yola çıkmadan bir hafta önce her gece ağlamış olsa da burada mutlu olabileceğine inanıyordu. Ne de olsa dönem dönem aile ziyaretleri için gelirlerdi, yaşamak da güzel olabilirdi elbette. Önce kahvaltı alışverişi için yol kenarındaki bir markette durdular. Raflarda canının çektiği ne varsa alışveriş arabasına dolduruyordu Sude, moralinin yüksek kalması için her şeye ihtiyacı vardı ve kimse ona karşı çıkamazdı. İki poşetlik alışverişin ardından tekrar yola koyuldular ve sahil kenarına yakın, çok katlı apartmanların olduğu bir siteye girdiler. Araba, park yerlerinden birine usulca yanaştı, rölantide biraz bekledikten sonra kontak kapandı. İndiklerinde gökyüzü bir nebze açılmıştı ve hava serinlemişti. Alabildikleri kadar eşyayı arabadan alıp asansöre bindiler. Babası dokuzuncu kata bastığında en azından manzaralı bir odam olacak diye mutlu oldu. Arabayı boşaltmak için birkaç kez inip çıktılar.

Yerleştikten sonra kahvaltı hazırlandı, yağda yumurta yanında patates kızartması, süzme peynir, yeşil zeytin ve fındık kreması. Arabada ve benzinliklerde atıştırdıkları tuzlu krakerler ve dondurmalardan sonra ilaç gibi gelmişti genç kız için. Kahvaltının hemen ardından babası sigara içmek için balkona yöneldi.

“Cemal dur, çıkma balkona yalın ayak,” diye durdurdu onu kadın. Antreye gidip poşet yığının içinden terliklerle dolu olanını buldu ve kocasına götürdü.

“Dışarının tozunu sokacaksın içeri.” Adam gülümseyerek giydi terlikleri, anne ve babasının keyfi Sude için moral oluyordu. Anne kız birlikte masayı topladılar, doygunluk ve yükselen kan şekeri yavaş yavaş yol yorgunluğunu hissettirmeye başladı.

“Temizliği yarın yapsak olur mu?” diye sordu annesine. “Başım ağrıyor.”

“Odanı temizleyelim, yatağını hazırlayalım da yat,” bulaşıkları durularken cevapladı kadın. Kızına döndü, asık suratı ile yorgun gözlerini görünce içinde acıma ve sevgiyle karışık bir duygu kapladı içini. Islak elleriyle kızının yüzüne yapışıp yanaklarını şapır şupur öptü ve kızını bağrına bastı.

“Söz veriyorum, burası taşındığımız son şehir,” dedi kadın, çenesini kızının saçlarına sürterken.

“Yatak odasına git, çantamda ilaç poşeti var. Bir tane Parol iç de otur dinlen. Ben yatağını hazırlarım, olur mu?”

Sude gülerek başını evet şeklinde salladı. Taşınma konusunda daha çok destek ve ilgiye ihtiyaç duyduğu barizdi ama sadece kendisi bu durumu yaşamıyordu. Anne ve babasının da kendisiyle benzer bir yorgunluk yaşadığının farkındaydı, bunun için çocuk ruhundan fedakârlık etti.

Arabadan getirdikleri su şişesini alıp mutfaktan çıktı. Yatak odasında, yerde ufak bir valizin üstünde duruyordu çanta. İçini açtığında karşısına aile cüzdanı çıktı, yatağı daha yerleştirilmemiş olan bazaya oturup defteri açtı, anne ve babasının gençlik fotoğraflarını inceledi bir süre. Çantayı yerinden kaldırıp yanına koydu, ilaç poşetini çıkardı. O sırada küçük valiz dikkatini çekti, valizi kendine yaklaştırıp fermuarını açtı. İçinde fotoğraf albümleri ve çerçeveler vardı. Sude çerçeveleri tek tek inceledi. Kendisinin küçüklük fotoğrafları; kimisi ilkokul etkinliklerinden, kimisi yaş günlerinden, kimisi de bazı aile yemeklerinden fotoğraflardı bunlar. İçlerinden birinde Sude, elinde ailesini çizdiği bir kâğıt ile kameraya poz veriyordu. En tepesinde Canım Ailem yazan resimde ağabeyi, annesi, kendisi ve babası yan yana sıralanmıştı. Her birinin üstünde isimleri yazıyordu, Abim Emre, Annem Filiz, BEN, Babam Cemal. Bütün fotoğraflarda, Sude’nin anaokulu yıllarından ilkokulun son senesine kadar çekilen her karede bir şeyler farklıydı. Sude ve ailesi dışındaki her şey ve herkes değişiyordu. Farklı şehirlerde farklı insanlarla çekilmiş fotoğraflar, farklı bir ev, farklı bir okul ve farklı sokaklar bir çeşit tutarsızlık yaratıyordu. Bazı kişilerin adlarını bile hatırlayamayınca kendini rahatsız hissetti Sude.

Valizin derinliklerinde anne ile babasının fotoğrafları ve ağabeyinin lise mezuniyet fotoğrafları vardı. Ben de abim gibi şehir dışında okuyor olsaydım ne güzel olurdu şimdi, diye düşündü. Valizin en dibinde, albümlerin altına sıkışmış olan çerçeveyi çıkardı. Fotoğrafta babası, askerî üniformasıyla limanda, bir geminin önünde poz veriyordu. Küçüklüğü boyunca şehirden şehre taşınıp durmalarının yegâne sebebi babasının göreviydi ama artık bitmişti. İlaç poşetinden bir tablet Parol’u aldı ve içti. O an odanın nasıl karanlık olduğunu fark etti, kalkıp tozlu perdeyi açtı. Dokuzuncu katın penceresinden güneşli bir Karadeniz karşıladı onu.

Burası taşındığımız son şehir, diye içinden tekrar etti annesinin sözlerini ancak burasıyla ilgili içine sinmeyen bir şeyler vardı. Her şeyin ortasında, babasının emekliliğiyle memleketlerine dönmüşlerdi. Pek hazzetmediği akrabalardan başka kimseyi tanımıyordu. Yeni okulunu düşündü, ortaokulun son senesinde kimseyi tanımadığı bir okulda olmak doğru gelmiyordu. O kadar taşınmadan, ayrılıktan ve kırgınlıktan sonra bunun da üstesinden gelirdi elbette. Derken yan odada açılan elektrikli süpürgenin sesi ile düşünceleri dağıldı. Bilinçsizce oynadığı cildini bıraktı ve annesine yardım etmeye, kendi odasına gitti.

Her köşesinde öbek öbek tozların biriktiği odayı temizlediler. Bazanın içinde, bayram ve yaz ziyaretlerinde kullandıkları çarşaflar ve yastık kılıfları vardı. Naftalin kokan nevresimi yerleştirdikten sonra geriye sadece dinlenmek kalmıştı. Ağrı kesici yavaş yavaş etkisini gösterirken Sude yatmaya hazırlandı. Yerde açık duran valizinden pijamalarını çıkardı. Arabada giydiği kirli çamaşırlarını bir fileye doldurup annesine verdikten sonra kapıyı kapattı. Usulca yatağa uzandı, alarm kurmak için telefonunu çıkardığında, İzmir’de geride bıraktığı arkadaşlarından gelen mesajları fark etti, varıp varmadığını soran, şimdiden özlendiğini anlatan mesajları görünce burukluk yeniden kapladı içini. Herkese cevap verdikten sonra buğulu gözlerle, akşam vakti uyanmak için kurdu saatini. Yine ve yeniden, yeni hayatına başlıyordu. Bu seferki hayatının en canlı dönemlerine denk gelmişti, bunun yüzünden kendini şanssız hissetti. Yattığı yerde duvar kenarına döndü, kendi dışında herkesin keyfinin yerinde olduğunu düşünüp iyi hissetmeye çalıştıysa da beceremedi. Sık sık geliyoruz zaten, yaşamak da güzel olur elbette diye tekrar etti düşüncelerini ama korku ve bıkkınlık hissi buna galip geldi. Şehre girdiklerinden bu yana biriktirdiği moral, seller hâlinde gözlerinden boşaldı. Onu hıçkırıklara boğan düşüncelerle birlikte birkaç dakikasını ağlamaya ayırdıktan sonra artık yorgunluğuna yenik düştü.

Yükselen güneş en tepeye vardı, alçalırken bulutlar eşlik etti ona. Hava kararırken tamamen gizlendi güneş, yerini sağanak yağmur aldı. Sude bunların hiçbirini görmedi, sabaha kadar deliksiz uyudu. Bıraksın görmesindi, Karadeniz’in bu tutarsız havasına zaten uzunca bir süre katlanmak zorunda kalacaktı. Kimse onu uyandırmadı ve alarmlar rahatsız edemedi rüyalarını. Yarın, yeniden yeni bir hayat olacaktı onun için.

Büyük şehirlerin taşraya uzanan, pek de işlek olmayan mevsimlik yolları. Eğer bir ağustos sonu bu yolların birinde görev yapan bir trafik polisi olsaydınız, iki hafta önce ettiğiniz kahvaltıda ne yediğinizi hatırlayacak kadar boş zamanınız olurdu. Sıkılıp da yoldan geçen tek tük arabaları çevirecek olsaydınız, sizi büyük olasılıkla bir aile karşılardı. Keyfiniz isteseydi de şoförle bir sohbet başlatsaydınız, onların İstanbul’dan, Ankara’dan veya İzmir’den memleketlerine göçen bir aile olduklarını öğrenirdiniz.

Ancak hiçbiri olmazdı bunların. Tam bu tarihlerde, yerlisinin bile bunaldığı bu şehirlere varan yalnız yollarda şoför olsaydınız, sizi durduracak hiçbir polis memuru bulunmazdı.