That's the Spirit Albüm İncelemesi
“That’s the Spirit” Bring Me the Horizon grubunun metalcore’dan modern rock’a geçiş yaptığı, kişisel mücadeleleri işleyen bir albümüdür.
2004 yılında İngiltere'nin Sheffield bölgesinde bir araya gelen Bring Me the Horizon grubu, düşüncelerini, öfkelerini, acılarını ve içlerindeki -deyim yerindeyse- şeytanları özgürleştirmek uğruna bütün bunları söz ve müzikle birleştirerek adlarını günümüze kadar rock/metal dünyasında duyurmayı başaran oldukça progresif bir müzik grubudur. Bring Me the Horizon (kısaca BMTH) metalcore, alternative metal, alternative rock, post-hardcore gibi müzik türleri çerçevesinde kuruldukları yıldan beri her seferinde kendilerine yeni bir şey katan, farklılığı sarmalayan ve bunun öz güvensizliğini veya kaygısını yaşamayı dert etmeyen; aksine hayranlarını farklı sound'lar ve konseptlerle şaşırtmayı benimsemiş bir gruptur. 2012 yılından 2023 yılına kadar grupta aktif olarak rol almış, fakat 2023 yılının Aralık ayında grupla yollarını ayırmış olan grubun klavyeciliğini ve yapımcılığını üstlenen Jordan Fish haricinde BMTH, vokalist Oliver Sykes, bassist Matt Kean, gitarist Lee Malia ve baterist Matt Nicholls’tan oluşmaktadır. Jordan Fish’in gruptan ayrılması hayranları bir hayli üzmüş ve şaşırtmıştır çünkü gruba dahil olmadan önce hardcore/metalcore tarzına yakın ve özellikle That’s the Spirit albümünün sound’ına nispeten farklı tarzlarda müziğini icra eden BMTH, Jordan Fish ile beraber farklı tarzlar denemeye başlamıştı. That’s the Spirit albümüyle beraber BMTH; alternatif rock, elektronik rock ve hatta bazı kritiklere göre pop rock türlerini benimseyerek, içinde BMTH grubundan neredeyse hiç beklenmeyecek türde şarkılarını hayranlarının dinletisine sundu.
Albümdeki tüm şarkıların söz yazarlığını üstlenen vokalist Oliver Sykes, That’s the Spirit albümünün bir konsept albümü olduğunu ve bu albümün hayatın karanlık taraflarını ve o karanlığın içindeki aydınlık çıkış taraflarını barındırdığını ve ayrıca depresyon, ihanet, ayrılık gibi hayatından parçaları dinleyicilerine sunduğunu dile getiriyor. Oliver Sykes, 2015’te kendi Instagram hesabından paylaştığı bir postta That’s the Spirit albümünün konseptini şöyle açıklıyor:
“Gölge, aklın bir insanın kabul etmemeyi tercih edeceği kısmını tanımlar. Benliğin inkar edilen kısımlarını içerir. Benlik bu yönleri içerdiğinden, öyle ya da böyle yüzeye çıkarlar. En büyük güç, gölgede kalan taraflarınızı kabul etmekten ve onları benliğinizin bileşenleri olarak birleştirmekten gelir. Herkes bir gölge taşır ve kişinin bilinçli yaşamında ne kadar az somutlaşırsa, o kadar karanlık ve yoğun olur. Ve bu her bakımdan, en içten niyetlerimizi engelleyen bilinçsiz bir engel oluşturur. Birey ışık figürlerini hayal ederek değil, karanlığı kendince bilinçlendirerek aydınlanır. Bu albüm karanlığa bir övgüdür, çünkü dışarıda her şey kasvetli ve siyah görünebilir, ancak hepimizin içinde devralmamız ve görmezden gelmememiz gereken bir renk ve duygu dünyası var ve bu da albüm konsepti için uzun soluklu açıklama.”
Oliver Sykes’a göre karanlık ve yaşanılan zorluklar anılması ve övülmesi gereken şeyler iken, diğer taraftan bazıları da özellikle bu açıklamalarla Sykes’ın depresyonu yücelttiğini düşünmekte.
That’s the Spirit albümü 11 parçadan oluşmakta ve her biri kendini öne çıkaran elementler barındırmakta.
“Doomed” isminden de anlaşılacağı üzere albümün açılış şarkısı olmak için oldukça iddialı bir parça. Müzikal anlamda inişler ve çıkışlar barındıran şarkı, Sykes’ın hayata dair tam olarak değinmek istediği nüansların da bir yansıması. Şarkının introsunu inceleyecek olursak, arkadan gelen seslerin bağımlılıkla ilgili olan Requiem for a Dream filminden alındığı gerçeği şarkıya ayrı bir ilginçlik katıyor çünkü vokalist Sykes’ın geçmişindeki bağımlılıkla ilgili sorunları onun karanlık taraflarını bariz bir şekilde yansıtıyor ve bu da bu şarkıya ayrı bir hava katıyor. Sykes’ın geçmişte yaşadığı sıkıntıları, acıyı ve artık bunlara katlanamadığını; dolayısıyla pes etmeye ve güçsüz hissetmeye hazır olduğunu henüz şarkının başından anlayabiliyoruz. Oldukça depresif girişi olan bu şarkı, devamında da Sykes’ı tüketen insanları “vampir” olarak nitelendirmesi ve kendini sahiplenilmeye -ki burada da ölümle sonuçlanacak olan bir sona atıf yapılıyor (you can have my heart)- hazır bir meta olarak görmesiyle devam ediyor. Kişi ne kadar içinde yaşadıklarıyla karanlık bir odaya kendini hapsetmiş ve ölüm için hazır bir bekleyiş içerisinde görünse de, aslında bunun bireysel bir eylem olmadığını aksine toplumun da bunda büyük bir payı olduğu da şarkıda ifade edilmiş.
Şarkının nakaratı olan bu kısımda Sykes, insanların onun mutluluğunu, planlarını ve hayattan aldığı zevklerini nasıl bozduğunu; ancak her şeye rağmen yine de bu bozgunu nasıl sarıp sarmaladığını dile getiriyor. Çünkü zaten bir nevi ölüme mahkum bir şekilde hayatını sürdürdüğünü ve bundan kaçış olamayacağını düşündüğü için yaşadığı hüznü ve kasveti kucaklayarak kurtarmaya değer bir şeyin kalmadığını BMTH için neredeyse sakin bir biçimde seslendiriyor. Fakat her şeye rağmen -Oliver Sykes’ın konseptte bahsettiği gibi- şarkının ilerleyen kısımlarında Sykes, dinleyicilere daha pozitif bir bakış açısı sunarak karanlıktan aldığı güçle aydınlığa doğru yola çıkıyor.
Albümün ikinci sırasında yer alan “Happy Song” her ne kadar müziği ismiyle uyumlu olup oldukça hareketli ve içine çeken bir parça olsa da isminin ironikliği esasında tam olarak sözlerine yansımış. BMTH bu şarkıda kontrastı yakalamak adına şarkının introsuna çocuk korosu/amigo kızlar grubu minvalinde “S-P-I-R-I-T” sözlerini ekleyerek oldukça coşkulu bir giriş yapmış; fakat şarkının sözlerinin akıntısına kapıldığımızda Sykes’ın neredeyse müziğin verdiği hissiyatla dalga geçer bir havada bunu sözlere yansıttığını görebiliriz. Hayatın gerçekleri ve acıları yüzümüze vurduğunda şarkının ritmine kapılıp bütün bu olanları hasta bir pozitivizmle aşabileceğini düşünen insanlara bir görme niteliğinde olan bu şarkı, neredeyse her şeyin görünenden ve gerçek olandan ibaret olduğuna gönderme yapmakta. Grubun bu şarkıda iletmek istediği mesaj ne tamamen pozitif bir bakış açısıyla hayatı yakalamanın ne de gerçeklerden uzaklaşıp kendini kasvetli gerçekliğin ortasına koymanın dengeli bir hayat için mümkün olamayacağı. Mutluluğu sarkastik bir şarkı ismi ve daha da sarkastik sözlerle tamamlamaya çalışan BMTH, şarkı söylerken hissedilen mutluluk ve rahatlamayı oldukça ironik ve de sözüm ona hareketli bir biçimde somutlaştırmış. “Happy Song” için hayatın, optimizm ile gerçekliğin harmanlanmasıyla vücut bulan şarkısı denilebilir.
Albümün bir diğer parçası olan “Throne” klibiyle beraber albümün en ses getiren parçalarından biridir. Elektronik seslerin ve “That’s the Spirit” öncesi Oliver Sykes’ın vokalistliğini sezebildiğimiz bu parça, halen grubun en fazla dinlenen şarkılarındandır. Şarkının isminden de sezilebileceği üzere “Throne” hayattaki büyük şeyler adına verilen savaşlar misali daha da güçlenip geri gelmenin hareketli ve sound açısından sert bir anlatımıdır. Verilen sözlerin tutulmamasını, kişi için geriye kalan tek şeyin yalnızlık oluşunu; bir yandan da bir şeylerin asla eskisi gibi olmayacağını ve acıyı hafifletme çabasının sonuçsuz kaldığına atıf yapan şarkı, deneyimlenen ihaneti de bu yaşananlarla harmanlayarak nakarat kısmında dinleyiciye bir yükselme ve gelişme anının sözler ve müzikle buluşmasını sunmaktadır.
Şarkının “kurtlara atılma/you can throw me to the wolves” kısmını hüzün edasıyla değil de tüm bunları göğüsleyerek dile getiren Sykes, yaşadığı ihanetin ve tüm o aldığı yaraların onu sindirmeyeceğini; aksine daha da gelişip hepsini birer ders niteliğinde görüp eskisinden daha güçlü olacağını ve deyim yerindeyse tahtının ilmek ilmek inşa edileceğini şarkısına yansıtıyor.
Sıradaki parça olan “True Friends” isminde “Happy Song” şarkısında olduğu gibi bir ironi içeriyor. Oliver Sykes’ın yaşadığı ihaneti (eski eşi olan Hannah Snowdon ile deneyimlediği birtakım sıkıntılar) anlattığı bu parça, ihanetin uzaktan gelmediğini tam aksine burnunun ucunda olduğunu açıkça belirten bir nitelikte. Yaygın bir kullanım olan “arkadan vurma” olayı bu şarkı için bir önden vurulmayı betimliyor (True friends stab you in the front) çünkü Sykes, ilişkisinde yaşadığı manipülasyonların ve kandırmaların neredeyse gözünün önünde olduğunu vurguluyor. Fakat bu konsept albüm dahilinde de belirttiği gibi hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, kötü günlerin ardından bir yükselme olabileceğini, yaşadıklarını unutsa bile yapılanları affetmeyeceğini (Cause I'll forget, but I'll never forgive you) dile getiriyor.
Şarkının but kısmında Sykes, öyle ya da böyle günün sonunda edilen ihanetin sonuçsuz kalmayacağını, zamanın bazı şeyleri silip atamayacağını ve karmanın süresinin bir sonu olmadığını, kısacası, eden bulur demeye çalışıyor.
Albümün 5. sıradaki şarkısı “Follow You” tam anlamıyla bir aşk şarkısı niteliğinde. Bir önceki parçaya nazaran içerik olarak kontrast yaratan bu şarkı, sound olarak da daha sakin ve bir anlamda da huzur verici. Gitar riff’lerinin ve Oliver’ın nakarattaki ‘I will follow you’ kısmını söyleyiş şeklinin de nispeten sakin oluşu şarkının sözleriyle uyumlu bir hale geliyor. Sykes, bir şeyler hissetmek ve kaygılarından kurtulmak adına eşinden onu hiç bırakmayacağına dair söz vermesini isteyerek yardım çağrısında bulunarak giriyor parçaya. Eşi olmadan asla gerçek mutluluğu bulamayacağını ve onu neredeyse taparcasına (You got me on my knees, l'm your one-man cult) sevdiğini belirtiyor.
Şarkının nakarat kısmı olan bu sözler Sykes’ın Hannah’ya (eski eşi) ne kadar bağlı olduğunu, en zor ve kötü zamanlarda bile onunla olmanın her şeye bedel olduğunu, her şeye rağmen onun yanında olacağını ve peşinden ayrılmayacağını betimliyor.
Albümün 6. parçası olan “What You Need” Sykes’ın gerçekliklerden uzak ve gerçeküstü olan şeylerle kör olmuş insanlara yaptığı bir gönderme niteliğinde. Görmek için bakmanın yeterli olmadığı bu insanlara bir nevi sitemde bulunan Sykes, inandırıldıkları gerçeklerin peşinden hipnotize edilmişçesine gitmelerine ve de inandıkları konular dışında kalan şeylere tahammüllerinin olmamalarından yakınıyor. Bir nevi cahil ve partizan öz güvenine sahip olan bu insanlar, istedikleri cevabı alana kadar karşıdakini de kendilerine benzetme niyetindeler (Don't ask me why to roll your eyes at the answer/You want a fight, but I won't bite on the bait). Fakat bu çabaya rağmen Sykes da karşılarında durup ne onlara benzeyeceğinin ne de onları kendine benzeteceğinin gayreti içerisinde (And I'm not tryna change your eyes, so don't panic/'Cause I'm not selling).
Şarkının nakaratı olan bu kısımda Sykes, ‘öteki’ olarak görülüp bir nevi eleştirildiğinden bahsediyor. “Görmek inanmaktır” düşüncesiyle yola çıkan insanların kendi inandıkları haricinde kalan körlüklerine, kendi düşüncelerine çektikleri huduta ve de sığ kalan düşünce ufuklarına atıf yapılıyor.
Albümün 7. sırasında yer alan “Avalanche” Oliver Sykes’ın o zamanlarda yaşadığı depresyon ve ADHD’nin en şiirsel ve müzikal yansıması olmaya en açık şarkı adayı. İsminden yine çıkarımlar yapılabilecek olan “Avalanche” üst üste gelen sıkıntıların, deneyimlendikçe çığ gibi büyüyen talihsizliklerin ve de bir kısır döngü minvalinde yaşanan depresyonun en şairane sembolü olarak kullanılmış. Deyim yerindeyse bir yardım çağrısı niteliğinde olan bu şarkı, nispeten hareketli sound’a sahip olsa da içten içe kan ağlayan birinin sözleriyle birleşince dinleyicide dans ederken ağlama hissiyatını da doğuruyor.
Şarkının özet kısmı denilebilecek ilk sözleri olan bu düşünce yansımaları, Oliver’ın uzun süredir kendiyle ilgili birtakım sıkıntıları olduğunu, kendi başına onların ne olduğunu teşhis edemediğini ve de tek başına başa çıkamadığını dile getirmektedir.
Bir doktorla konuşuluyormuş havasında olan şarkının bu kısmı, Sykes’ın ne denli sorunlarla boğuştuğunu ve ne yapsa çare bulamadığını çünkü hiçbirinin çekilen acıları dindirebilecek ve de denk gelecek boyutta olmadığını vurguluyor.
Albümün 8. sırasında yer alan, benim de kişisel favorim olan “Run” her şeyi geride bırakıp gitmenin hayaliyle yanıp tutuşan, ironik bir şekilde de geriye bırakacağı bir şeyi kalmayanlara atfedilen bir parça. Kalbinin sesini artık duyamayanlara, ritmi tutturamayıp kendine bile yabancı kalanlara, hayatını istediği gibi yaşamayanlara ve ayrılmak için bir nedene sahip olmak için incinmeyi beklemeye istekli olmayanlara; kısacası Sykes gibi hisseden insanlara adanmış bir şarkı.
Kalmak için bir neden olmasa da, her çıkış yolunun sonu zifiri karanlık gibi dursa da günün sonunun güneşle aydınlanacağına parmak basan Sykes, albümün çoğu parçasında olduğu gibi merdivenin basamaklarını çıkmak için önce inmek gerektiğine işaret ediyor. Şahsi olarak sadece sözleriyle değil ayrıca sound’ı ile de beni kendine çeken bu şarkı, ‘heavy’ olması bakımından BMTH havası verse de, sakinliği hepsinden farklı olarak beni çok farklı alemlere çekip gönderiyor.
Grubun halen en öne çıkan parçalarından biri olan ve albümün 9. sırasında yer alan “Drown” dinleyiciyi tempolu ve harmonik bir ses topluluğuyla karşılıyor. “Seni öldürmeyen şey güçlendirir” düşüncesinden sıyrılıp, zaman zaman ölmekten beter hale getiren şeylere gönderme yapan Oliver Sykes, yalnızlık gibi derin bir konsepti tam olarak şarkının ilk cümlesiyle bağdaştırıyor (What doesn't kill you makes you wish you were dead). Deneyimlendikçe insanın içinde dibi görünmeyen, sonsuz bir çukur misali büyüyen yalnızlık; kişi onu kendine sakladıkça da depresyonla beraber ruhu parçalayıp insanlıktan çıkmış bir hale getiriyor. Fakat her depresyonda olup da bu durumun çıkış yolunu bulamayanlar gibi Sykes da kendi içinde çelişkili bir biçimde içindekileri dökmek adına bir yoldaş arayışında. Bu durumun çelişkili olduğundan bahsedilebilir çünkü güvenip sırrını anlatacak birine ihtiyaç duyduğu kadar yalnız kalmaya da mahkummuş gibi seziyor.
Şarkının nakarat kısmında dermansız bir derdin peşine sürüklenmişçesine takılan ve bu durumdan yakınan Sykes; sorunun dışardan gelmediğini, esasında kendinin tahribatına sebep olan kendi benliğinden bahsederek bir çıkış yolu arıyor. Kendi kanlı canlı etinin içinde yaşarken, kendi nefesinin sıcaklığını hissederken, tüm bu hissedilen yükün ve acıların asıl kaynağının yine kendi olduğunu düşünüp; günün sonunda birinin gelip kendi benliğinin denizinde boğulmasına izin vermemesini umuyor. Dinleyici, şarkının sonlara doğru olan kısmında ('Cause you know that I can't do this on my own) sadece Oliver Sykes’ın sözleriyle parçanın dalgalarında usul usul bir şekilde yalnızlığını sorgulamıyor; parçanın bu kısmını koronun seslendirmesi de ayrı bir nüans çünkü her ne kadar yalnızlık bireysel olarak deneyimlense de bu süreç insanoğlunun doğasında var ve yalnızlığın acısını çekerken, insanın bu acıyı yaşayan tek kişi ve dolayısıyla yalnız olmadığı teması da bu müzikal yolla verilmeye çalışılmış.
Albümün sondan bir önceki parçası olan “Blasphemy” aslında içten içe inanmasalar bile inançlarını bırakmayan kendi içinde çelişkili insanlarla ilgili bir anlatım. Şarkıyla ilgili kısa bir açıklama bulunan Sykes, bu konuyla ilgili şunları söylüyor:
“Telkin ettikleri şey doğru olduğunu bildikleriyle çelişiyor, ancak buna sırtını dönmezler. Belki de bunu sürdürmekten sorumlu hissettikleri içindir tüm bu çaba. Fakat bana hiç mantıklı gelmiyor.”
Bilinmezlik bu tür insanların ödünü kopardığı ve dolayısıyla bir şeye inanma içgüdüsüyle yaşamaya kendilerini şartladıklarından ötürü bu inanç yalnızca kişinin kendini kandırmasıyla sonuçlanır, başkalarını değil. Kişinin kendini kandırmaya ve güvenli alanında yaşamasına devam edebilmesi için sorgulamaması, bu yüzden de sorular sormaması takıntısına (Ask no questions and you’ll get no lies) atıf yapan Sykes, bariz olana karşı kör kalma çabalarını eleştirdiği bir eser çıkartmış ortaya. Bireysellikten uzak fakat sürünün peşinden iz sürmeye bağımlı olmuş kişilerin ne denli öz saygılarını yitirdiklerini ortaya koyan bu şarkı, insanların bir şeye sıkı sıkıya inandıktan sonra fikirlerini sabit tutup değiştirmediklerini vurguluyor.
Albümün son parçası olan “Oh No” BMTH grubunun bu albümden önceki albümleri ve şarkılarına aşina olanlar için aslında tam anlamıyla çok farklı ve deneysel bir sound’a sahip bir şarkı. Parti insanlarına ve parti hayatına gönderme niteliğinde olan “Oh No” esasında -şarkının ritmi ve dinamiğine rağmen- bir ‘anti-dance’ amacıyla ortaya konulmayı arzulanmış. Fakat müziğiyle ve BMTH grubunun ‘heavy’ havasından beklenmeyecek şekilde saksafon ezgileriyle renklenen şarkı, tam olarak bu etmenlerden ötürü sürekli dinleyicileri şaşırtmıştır. Bazı maddelerin etkisiyle ve bağımlılığın getirdiği ruh halinden ötürü olduklarından farklı hareketlerde bulunan ve de duygusal anlamda boşlukta olan insanlara atıf yapılan bu şarkıda Sykes, bağımlı kişilere bağımlılık geçmişlerini ve ilk etapta bu alışkanlığa neden olan acılarını ve yaşadıklarını elden çıkarıp, bu alışkanlık için yaptıkları ne varsa durdurmalarını öneriyor.
Anlık heyecanlar ve mutluluklar için atılan yanlış adımların beyhude çabalarına değinen şarkı, bunun yalnızca tek seferlik bir macera olmadığından ve de gerisinin geleceğinden -muhtemelen de sonunun kötü biteceğinden- bahsediyor. Vokalist Oliver Sykes saksafon solosuyla ilgili şunları dile getiriyor:
“Saksafon kısmı benim fikrimdi. Dinleyiciye bir kulüpte, gecenin sonunda ışıklar yandığında gibi hissettirmesini istedim, o son şarkı hissini tatmasını. Bu yüzden de bu parça iyi bir albüm sonu gibi hissettirdi, çünkü tüm iyi şeylerin bir sona erdiği gerçeğiyle ilgiliydi.”
Bring Me the Horizon grubunun That's the Spirit albümü, hem müzikal çeşitliliği hem de derin lirik temalarıyla modern rock'un sınırlarını zorlayan, etkileyici bir çalışma olarak dikkat çekmektedir. Bu albüm, grubun evriminde önemli bir dönüm noktası olarak tarihe geçerken, dinleyicilerine hem yoğun hem de düşündürücü bir deneyim sunmaktadır.