The Life of Chuck

Bu yazımda Mike Flanagan’ın Tom Hiddleston başrollü yeni Stephen King uyarlaması Life of Chuck’ı inceledim.

Bu yazımda geçtiğimiz günlerde sinema salonunda izlediğim, Mike Flanagan’ın Tom Hiddleston başrollü yeni Stephen King uyarlaması Life of Chuck’ı inceliyorum.

Şu ana kadar Stephen King’in yazdığı herhangi bir hikaye veya romanı okudunuz mu bunu bilmiyorum fakat adını büyük ihtimalle duymuşsunuzdur. Eğer benim gibi Hollywood filmlerini sıkça izleyen biriyseniz, eminim ki onun yazdıklarından uyarlanan pek çok filmi de seyretmişsinizdir. Çoğunlukla korku türünde edebiyata verdiği katkılarla tanınan bu Amerikalı yazar sürekli olarak yeni eserler üretmeye devam ediyor ve eserleri şu ana kadar 80’den fazla sinema ve televizyon projesine uyarlandı. Yazarın eserlerine bağlı olarak, başta Stanley Kubrick’in başyapıtı “The Shining” olmak üzere pek çok korku filmi yapıldı şu ana kadar. Bununla birlikte yazar nadiren de olsa korku/gerilim türünde olmayan sıradan insan hikayelerine de eserlerinde yer verebiliyor ve Esaretin Bedeli, Yeşil Yol gibi filmlerin ardından The Life of Chuck da bu hikayelerden uyarlanan filmlere bir örnek teşkil ediyor.

Sıradan bir muhasebecinin esasında zorluklarla dolu 39 yıllık hayatını ters kronolojik anlatımla beyaz perdeye taşıyan Life of Chuck’ı, daha öncesinde King’in eserlerinden Gerald’s Game(2017) ve Doctor Sleep(2019)’ i uyarlayan Mike Flanagan yönetmiş. Filmin hikayesi beyaz perdedeki hikayelerin pek çoğunun aksine, oldukça sıradan bir hayata sahip muhasebeci Charles Krantz’in hayatı boyunca yaşadıklarına odaklanıyor ve bunu yaparken en sondan başlıyor. Film bu hikayesine rağmen seyirciye umut vermesi, hikayesiyle seyirciye bağ kurma fırsatı vermesi, karakterlerin birbirlerinin farkında bile olmadan hayatlarına dokunmaları ve her şeye rağmen yaşamdan keyif almayı aşılamasıyla ben dahil seyircilerin büyük kısmının beğenisini kazanmayı rahatlıkla başarabildi.   

İlk bölümde Charles Krantz’in hastalığa yakalanışından ölümüne kadar olan süreci izliyoruz ve onun hastalığı bütün bir dünyayı etkileyecek şekilde anlatılmış filmde. Zira bu bölümde dünyanın yavaşça yok oluşunu, doğal felaketlerin ardı ardına gelişini seyrediyoruz. Bu bölümde sürekli olarak hemen her televizyon kanalı veya reklam panosunda “39 yıl için teşekkürler Chuck” şeklinde bir reklam dönüyor. 2. Bölümde yetişkin Chuck’ın hastalığının ilk belirtileriyle birlikte keyifli bir anısını Tom Hiddleston’ın ve Annalise Basso’nun harika performanslarıyla birlikte izliyoruz. Son ve en uzun bölüme ise elbette karakterimizin çocukluk ve ergenlik yılları kalıyor. Bu noktada ise özellikle Mark Hamill’in performansının genellikle filmdeki en iyi oyunculuk olduğunun ifade edildiğini ve benim de çok beğendiğimi söylemeliyim.

Filmin onca güzel temasının yanına Chuck karakterinin ölümüne neden olan hastalıkla babamın ölümüne neden olan hastalığın aynılığı da eklenince filme iyice bağlandığımı söylemeliyim. Bazı şeyleri akışına bırakmak gerektiğini iyi bilen ve başına bir takım kötü olaylar geleceğini bilmesine rağmen her daim sanki son anıymış gibi yaşayan ve mutlu olmayı başaran muazzam bir kişilik Charles Krantz. Hani hayatta “Ya şu başıma gelirse” şeklinde bir sürü korkumuz vardır ve bunları düşünürken hayattan keyif alamayız ya içten içe. Kendimizi yiyip bitiririz ama ne yaparsak yapalım başa gelecek olan gelir. İşte Chuck’ın da hayatında elbette pek çok kötü olay, hatta felaketler var fakat bitmek bilmez bir yaşama sevinci, umut da var. Bu her şeye rağmen mutlu olmayı, eğlenebilmeyi ve hayata tutunabilmeyi başarabilen adamdan öğrenecek çok şeyimiz var bence. Bunların yanında filmde birbirini hiç tanımayan insanların dahi birbirlerinin hayatlarına iyilikle dokunuşlarına, bunun kıymetine de çok güzel değiniyor bu film. İyi bir insanın ölüm sürecine girişiyle birlikte aslında tüm bir dünyanın yok oluşuyla da tek bir kişinin dahi kolektif insanlık için aslında ne kadar önemli olduğunu görüyoruz.

Verdiği mesajların benzerliği nedeniyle günümüzün İt’s a Wonderful Life(Şahane Hayat)’ ı olarak gösterilen The Life of Chuck bazen sıradan insan hikayelerinin de seyirciden çok büyük bir etki yaratabileceğinin en büyük kanıtı. Zaten tamda bu yüzden film 6 Eylül 2024’te Toronto Uluslararası Film Festivali kapsamında dünya prömiyerini yapmasıyla birlikte, aynı film festivalinde Halkın Seçimi Ödülü’nü de kazanmayı başardı.

Yazımı sonlandırırken bu harika filmi hemen değilse bile bir gün mutlaka izlemenizi öneriyorum. Sıradanlığından ötürü bir kısmınızın hoşuna gitmese de büyük bölümünüz bence bu filmi çok sevecek. Bazen öyle hissetsek de aslına bakarsanız her hayat bir hikayedir ve mutlaka her hikaye iz bırakır. Teşekkürler Chuck, teşekkürler güzel insanlar, teşekkürler şimdiye kadar yaşamış olan bütün değerli yardımsever insanlar ve daha niceleri…