The Name Of The Rose/Gülün Adı
Skolastik düşüncenin hakim olduğu Gülün Adı filmini yazılı kültür ve matbaa ile ilişkilendirerek inceledim. İyi okumalar dilerim.
İnsanlarda iletişim kurma, jestler el ve vücut hareketleriyle başlamıştır. Konuşmayı öğrenmeleri çok uzun zaman almıştır. Sözlü kültürü konuşmakla temellendirebiliriz. Konuşmanın da yazı kültürü üzerindeki etkisi yadsınamaz.
Anadolu uygarlıklarından biri olan Sümerler tarafından yazı bulunmuştur. Sümerler ilk olarak çivi yazısını icat etmiştir. İnsanlar, içinde bulundukları coğrafi koşullara göre yazı yazmıştır. Toplumsal farklılıklar ve kültürün etkisi yazıyı toplumlar için farklı kılmıştır. Yazının icadında ve gelişmesinde filmde de gördüğümüz gibi inançlar, kabileler/topluluklar arası ilişkiler çok etkili olmuştur.
Film skolastik düşüncenin hakim olduğu orta çağda geçer. Kilisenin halk üzerindeki etkisi oldukça baskın olan bu dönemde, bilgelikten korkulduğu yazı salonunun raflarında çok az kitap barındırmasıyla gözler önüne seriliyor. Yazıyla ulaşılabilecek her türlü bilgiden korkan manastırdaki rahipler, yaşanan ölümleri dinle ve büyüyle ilişkilendirerek bilginin acı getireceğini, kuşku duymanın inancın düşmanı olduğunu, kitapların düşman olduğu vurgusunu dile getiriyor. Manastırdaki kütüphanede de pencere olmaması, içeriye sadece belirli iki kişinin girebilmesi ve kapının kör noktada bulunması bilgiden, kitaplardan kısaca yazılı kültürden ne kadar korkulup uzak durulduğunu gösteriyor.
Kilisenin ve din adamlarının üstünlüğü kabul edilen bu çağda din adamlarının gülmenin günah sayıldığını söylemesi, gülmenin korkuyu öldürdüğü ve korku olmadan inancın olamayacağını çünkü şeytan korkusu yoksa, tanrıya ihtiyaç da kalmayacağını belirtmesi, güldüren kitapları yasaklayıp okunmaması için zehir sürülmüş sayfalar olması, okuyan insanların da zehirlenip ölmesi din adamlarının yazılı kültürden ve bilginin yayılacak olmasından, hakikatten ne kadar korktuğunu gösterirken skolastik düşünceye karşı eleştirel bakış açımızın gelişmesine katkıda bulunuyor.
Yazılardan kitaplardan bu kadar korkulmasının en büyük sebebi din adamlarının doğru bilgiye ulaşıp ellerindeki bilgi kontrolü gücünü kaybedecek olmaları olduğunu düşünüyorum. Çünkü dilin gücü yazıyla birleşince bilginin önünde hiçbir çağ duramaz. Bu bilginin birleştiği nokta da ortaya çıkan en büyük güçlerden biri matbaa oluyor.
1450 yılından sonra Gutenberg’in icadıyla batıda başlayan matbaa devrimi yazıdan sonra teknoloji devrimi niteliğindedir. Temel amacı yazıları resimleri özel bir teknikle baskılayarak çıkarabilen ve bunun kopyasını oluşturabilen sistemin kendisidir. Orta çağın sonlarında, el yazması üretimde dini yazıların arttığını görüyoruz. Bunun en büyük sebebinin, el yazması kültürünün hükümdarlar ve rahipler tarafından yönetildiği için, matbaanın gelişmesini engellemek adına el yazmasının kendi yerini koruma çabasından olabileceğini düşünüyorum.
Aristo’nun Poetika eserinin ikinci cildinin geriye kalan tek kopyasının filmde günah gibi saklandığını, varlığının kabul edilmesi bir yana kitaptan bahsetmenin bile yasaklandığını görüyoruz. Matbaanın varlığını bilen bizler için yokluğunun yol açtığı ilkel savaşı izlemek bilginin en büyük silah olduğunu benim için bir kez daha kanıtlamış oldu.
Filmde gördüğümüz ilk ekonomik çatışma kendini İsa’nın zenginlikleri halkla paylaşması gerektiğine inananlarla kilisenin halktan daha fazla ekonomik güce sahip olmasına inanlar olarak ikiye ayrılıp kendini gösteriyordu. Bu ekonomik çatışma matbaanın icadıyla kendini başka bir seviyeye taşıdığını düşünüyorum. Çünkü matbaa sayesinde basılan kitaplarla okuryazarlık oranının eş zamanlı artıp pazarların açık hale getirilmesiyle ülkeye daha fazla gelir girmeye başlamıştı. Bu da matbaanın ekonomiyi büyüttüğüne dair örneklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Okuryazarlık oranının artmasıyla kapitalizmin doğuşunu gözlemleme fırsatı yakalıyoruz.
Yazılı kültür ve matbaa ilişkisi üzerine düşündüğümüzde aklımıza ilk gelen şey gazeteler oluyor. İlk basılı gazeteler on yedinci yüzyılda ortaya tek haberlik sayfalık olarak ortaya çıkmış, on sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda kitlesel okuryazarlık olarak yaygınlaşmaya devam etmişti. Matbaa sayesinde basılan gazeteler bir propaganda aracı olmuş, matbaanın ortaya çıkmasıyla el yazması ortadan yok olmamış, okuma yazma oranı da sanılanın aksine düşük seviyede kalmıştır.
Film sahnesinde de gördüğümüz engizisyon kurumu matbaanın olmadığı el yazması çağında oldukça etkiliydi. Gerçeklerin yok sayıldığı o çağın aksine, modern Avrupa’da matbaayla birlikte durum çok değişti. Üretim vardı halka basılı metin şeklinde ulaşıyordu ve gerçekler paylaşılabilen, saklanmayan olarak yayılmaya başlamıştı. Bu gerçekler de baskıyı modern olarak ele alabileceğimizi bize göstermiş oluyor.
Yazılı kültürde el yazması biricik olsa da üretimi de bir o kadar yavaştı. Matbaa kültüründe ise her şey daha hızlı işleyip üretim de fazlalaşıyordu. Metinlerin basılı üretilmesi bizi kamusallığa yöneltse de özel olarak okunduğunu gözlemleyebiliyoruz.
Gülün adı. Filmin uzun süre isminin neden bu olduğunu düşündüm ve spesifik olarak bir sonuca varamadım. Filmde adı konulmayan varlıklara gülün adını verdiğimde Adso için aşık olduğu kadın, William için tanrıya duyulan aşk, öldürülen rahipler içinse gülmeye ve bilgiye duyulan merak olarak adlandırdım.