Toplum İçinde Yalnızlaşmak

Toplum içinde ne kadar yalnızlaşabiliriz?

İnsan hayatı sürekli bir değişim içindedir. En sabit zamanlarımızda bile, stresli anları arkamızda bırakmanın etkilerini görürüz. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, her sabitlik peşinde bir farklılık getirir.

Peki, bu çerçeveden baktığımızda, kreşten üniversite hayatına kadar yaşadığımız sosyalleşme nasıl bir değişim geçirmiştir?

Önce, yıllarımızı birlikte geçireceğimiz arkadaşlıklar geliştirir, paylaşımlarda bulunuruz. Her şey bilindik, her şey birlikte yapılacak şekilde tasarlanmıştır. Sabah belirli bir saatten akşam belirli bir saate kadar, gerek okulda, gerek servise ya da eve dönüş yolunda, mutlaka tanıdığımız insanlarla iletişim içinde zamanımızı geçiririz. Sonra işler değişir; sınav stresi, ergenlik, yetişkinliğe doğru girilen meşakkatli yol başlar. Böylelikle, kendimizi anlamak için insanlardan uzaklaşmaya başlarız. Artık her tanıdığımız, yakınımız olmaktan çıkar; fikirler çatışmaya başlar, normalde anlayışla karşılayacağımız pek çok şey zamanla gözümüze batmaya başlar. Lise yıllarında ise gruplaşmalar hızla devam eder. İlkokul yıllarında belki 40 kişilik geniş bir arkadaş grubumuz ya da 40 tane arkadaşımız varken, bir anda maksimum 10 kişilik bir ekibe kadar düşeriz. Tabii bu 10 kişinin içinde de ayrı ayrı bölünmeler olur.

Üniversite, işlerin netleşmeye başladığı en tepe noktadır. Çünkü tanıdığımız herkes farklı şehirlere gitmiştir; geriye yalnızca kendimiz ve ortak ders aldığımız insanlar kalmıştır. Onların kendi arasında gruplaşması da varsa, o zaman iyice içimize döneriz. Üniversite bitene kadar “gerçek” 1-2 arkadaş edinerek süreci tamamlarız. Sonra iş arayışları başlar, iş bulunur, bir anda üç kuşak aynı ortamda çalışmaya başlar. O arkadaşlarla görüşmeler de azalmak zorunda kalır, böylelikle kendimizi her şeyin yabancı olduğu bir ortama ait kılmak için çabalamak zorunda kalırız.

Ortamın en küçüğü olmanın verdiği yalnızlaşma, yabancıların içinde olmanın verdiği kendini anlatma çabası, iş konusunda kendini kanıtlamaya çalışma ve bunu yaparken de çok göze batmama çabası. İnsan bu kadar şeyi nasıl göğüsleyeceğini bilemez hale gelebilir. Bu da iyice sessizleşmeyi ve içe dönmeyi hızlandıran bir süreçtir. İş yeri arkadaşlıkları da gelip geçicidir çünkü.

Herkes ailesiyle zaman geçirmeye odaklanır; en iyi arkadaşlıklar bile bir iş yüzünden sonlanabilir, ne zaman, nereden, nasıl bir tepki geleceği anlaşılamaz. Böylelikle insan, zamanla uzaklaştığı arkadaşlıkları özlemeye başlar. Masum zamanların, çıkarsız ilişkilerin ne kadar güzel olduğunu fark eder. Çünkü yaş arttıkça, gerçekten de çıkarlar devreye girer. Birileri iş yerinde bizi seviyorsa, onların çıkarlarına uygun hareket ettiğimiz için bizi sever. Ya da tam tersi, birileri bizi sevmiyorsa, çıkarlarına zıt düştüğümüz içindir. Bu da yalnızlaşmayı son noktaya getiren değişimdir.

İş hayatında yaşanılan olaylar, kaos, tempo, işleri doğru yapamamanın verdiği psikolojik zarar, ya da en azından her gün sabah kalkıp ufacık bir alanı onlarca yabancı kişiyle paylaşmanın verdiği huzursuzluk insanı tüketir.

Yan masadaki kişi telefonu hoparlöre alıp bağıra bağıra konuşursa, sıcaklık konusunda kimse birbiriyle anlaşamazsa, ortak işlerde takım arkadaşları üstlerine düşen görevi yapmazsa, yöneticiler sürekli değişirse, birileri sürekli istifa ettiği için işler yığılarak üst üste gelmeye başlarsa, insanın başkaları ile paylaşım yapma isteği de azalır.

Sabah 8.00’da gelip, akşam 17.00 ya da 18.00’a kadar çalışıp, bu kadar olumsuzluk ile bir arada olup, insan nasıl dengeli kalabilir ki?

Acaba en başından böyle ortamlara alışarak ilerleseydik, diğer insanların kıskançlıkları, kin tutmaları bize daha mı az batardı?

“Sineklerin Tanrısı” kitabında, çocukların aslında bir büyük figür olmadığında ne kadar zararlı, ne kadar kötülük dolu bir hale gelebilecekleri anlatılıyordu. Acaba insanın içinde zarar verme, kıskançlık, başkasının mutluluğunu zedeleme çabası doğuştan mı geliyor? Yoksa, büyüklerden öğrendiğimiz olumsuzluklar neticesinde sonradan mı değişiyoruz? Yumurta mı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu yumurtadan gibi bir durum söz konusu burada da.

İnsanlardan bu kadar soğuduk, gerçekte işlerin masum olmadığını anladık. Peki ya sonra? Ne kadar yalnızlaşmak istersek isteyelim, yalnızca sokakta yürürken bile insan içinde olmak, dolmuşa bindiğimizde, pazara ya da markete gittiğimizde insanlarla iletişim kurmak zorunda olduğumuz gerçeği de söz konusu. Yeni dünyada insanın yalnız başına kalması çok zor. Sürekli birilerinden bir şeyler istemek zorundayız; istemesek bile bir şeyleri devam ettirebilmek için 2-3 kelime kullanmak zorundayız.

Bayramlar, doğum günleri, ölüm yıl dönümleri, tanışma yıl dönümleri, ailelerin kutladıkları özel günler… Yeni dünyada yalnız kalmayı başaran, yalnızlaşmayı hakkı ile yapabilen biri varsa, kesinlikle takdir edilmelidir.

Çünkü yazının başında da bahsettiğim gibi her sabitlik bir değişim ile sonuçlanır. Uzun süreli yalnızlaşma depresyonu getirebilir, insan özlemini doğurabilir. Zamanla nefret ettiğimiz her şeyi arar hale gelebiliriz. O yüzden insanın kendini tanıması, her zaman siyah veya beyazda değil de gri alanda olup, olumsuzluklara odaklanmadan yalnızca o anı yaşaması gereklidir. Çünkü ne sosyalleşmek, ne de yalnızlaşmak günümüz dünyasında %100 mümkündür.