Mutluluklar ılık bir kaos taşırlar.

Mutlulukla aynı dili konuşmuyorum. Sanki o bir camın ardında ve ben bir karasineğim. Mutluluğu delirtene kadar penceresine toslayacağım.

Mutlu olmak üzerine çok düşünüyorum son zamanlarda. Çocukken “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” diye sorduklarında “Mutlu.” diyordum. Ergenlikte Mut ilçesinde doğmuş insanların ne kadar şanslı olduklarıyla ilgili çirkin espriler yapıyordum.

Şimdi, eğer bir mutluluk tanımı yapabilirsem, mutlu olduğumda anlayabilirim gibi geliyor. Hani, elimden kaçamaz. Atik olurum. Elimde tanımım hazır beklerim. Sonra o geldiğinde üstüne atlarım. İçimdeki çocuğu mutlu ederim.  

Ama ne zaman mutluluğu kelimelere indirgemeye çalışsam, başarısız oluyorum. Biz onunla aynı dili konuşmuyoruz. Sanki mutluluğun evinin dışındayım. Ve bir karasineğim. Pencereye toslayıp duruyorum çünkü ben bir karasineğim. Mutluluğu delirtene kadar cama toslamaya ve vızlamaya devam edeceğim. Vızır da vızır.

Ama mutsuzluğu çok rahat anlatabilirim size.  O yapışkan ağır hissini. Sanki birisi ellerini kalbinize koymuş da boğuyormuş gibi insanı çaresiz bırakan etkisini. “Bende bir sıkıntı var.” diyerek geçirirsiniz bir dakikanın 59 saniyesini.  Ağlamak bile amaçsızlaşır, zaman ağırlaşır, dünyanın parlaklığı kısılır, günler upuzun bir koridorda saatlerce yürüyormuşsunuz gibi, kayıp hissettirir.   

Mutsuzluğun sürecinden bahsedebilirim size, nasıl sızdığını içinize, sürekli kulağınızın dibinde birisi fısıldıyor gibi, gözlüğünüze yapışmış bir çıkartma misali hatırlatması kendisini.  Gitmek bilmeyen bir misafir gibi, oturup sessizce suratınıza bakar. Kendinizi mutfak tezgâhına tutunmuş, derin nefesler almaya çalışırken bulursunuz.  

Oysa mutluluk, güneşin batmasına birkaç saniye kaldığındaki gibi, rengârenk ve kırılgan ve muhteşem. Hani, ailenizle bir araba yolculuğuna çıkarsınız da sonra yolda bir at görürsün. “Aa at!” diye bağırırsın birden. Sonra birisi “Hani nerede?” diye sorar, sen de gösterirsin, “Bak!” dersin omzundan arkaya dönerek. İşaret parmağının ısısıyla cam buğulanır. Ama çoktan uzaklaşmışsınızdır. At artık gözükmüyordur. Arabanın içi sessizleşir. Sonra açıklama gereği hissedersin, nedense atın gerçekliğini kanıtlaman lazımmış gibi. “Sağdaydı da, geçtik. Arkada kaldı.” Diye mırıldanırsın.

Ben işte hala koltuğumda iki büklüm durmuşum, arkaya bakıyorum. Sanki sürekli o atı arıyorum.

Mutluluk, nasıl olduğunu merak eden biriyle oturup hiçbir şey yapmadığın, bazen sadece güneş doğduğu, bazen de battığı için, şu ağaç veya şu çocuk veya şu kelime veya kaldırımda gördüğün tek bir çiçek yüzünden beliriyor. Taze soğan tavada cızırdadığında ve bir anda yağmur bastırdığında, sabahleyin birinin mırıldanarak şarkı söylediğini duyuşunda, saklambaç oynayışında, birisinin kahkahasında saklanıyor.

Mutluluk, serpme kahvaltılar ve karahindibaların, kedilerin ve bulutların, babamın çenesinin veya annemin karışık kızartmasının içinde, deli gibi dans ettiğin o şarkıda, bazen insanların tökezledikten sonra etrafına bakınmasında veya akıllarına komik bir şey geldiğinde kendi kendilerine gülümsemelerinde ve lütfen kelimesinde yaşıyor.

Mutluluk sinemada tüm salon birlikte kahkaha attığında, pencereden dışarı bakıp birkaç bulut gördüğünde, bir fotoğrafı tekrar bulduğunda veya bozacının bağırışını duyduğunda yanında bitiyor. Başını eğerek içeri giriyor ve sana gülümsüyor. Birlikte bir anlık öylece duruyorsunuz.  Tebessüm ediyorsun veya etmiyorsun ama eminim hissediyorsun. Sanki bir anda ve sadece o anda, her şey yolunda. Mutluluk bir rüzgâr misali, üzerinden kayıp geçerken saçların temiz ve güneş yumuşak, her insan nazik ve yakın, su serin ve berrak, dünya sıcacık ve sakin.

Sonra gözlerine bakıyor, şapkasını takıyor ve tüm renklerini alarak gidiyor.

Tüm mutluluklar: Buruk, ılık bir kaos yaratıyorlar ve kendi içlerinde çelişkileriyle geliyorlar. Fötr şapka takıyorlar ve yorgun görünüyorlar. Atları seviyorlar ve çocuklarla iyi anlaşıyorlar. İki pencereli bir evde yaşıyorlar ve birini hep açık tutuyorlar.