Türkiye’de Yeteneğin Keşfi
Ölüm ölüm dediğin nedir ki? Gülüm! Ben, senin için linç kültürünü göze almışım.
Türkiye’de sanatçılar, bilim insanları, yazarlar ve düşünürler çoğu zaman yaşarken hak ettikleri değeri göremezler. Ancak hayatlarını kaybettiklerinde yetenekleri, eserleri ve katkıları çok daha derinden anlaşılır. Cem Karaca, Turgut Uyar, Yaşar Kemal, Barış Manço, Neşet Ertaş, Adile Naşit ve pek çok değerli insan, bu toplumun belleğinde ölümden sonra hak ettikleri saygıyı kazanmışlardır. Ancak neden birçoğunun kıymeti hayattayken tam olarak anlaşılamadı? Bu makalede, Türkiye’de yeteneklerin neden ölümden sonra değerlendirildiğine, toplumun bu yaklaşımının kökenine ve bu döngünün nasıl kırılabileceğine dair sosyolojik ve kültürel bir bakış açısı sunmaya çalışacağım.
Sanat, edebiyat, müzik ve diğer yaratıcı alanlarda çok sayıda isim, ölümünden sonra kıymet görür. Hayattayken maruz kaldıkları eleştiriler, toplumun ilgisizliği ya da sınırlı destek nedeniyle eserlerini tam anlamıyla sunamamış ya da çabaları yeterince anlaşılamamıştır. Peki, toplumsal bir değeri ancak kaybettikten sonra fark etme eğilimimiz nereden gelir? Belki de ölüme atfettiğimiz kutsallık, o kişiye olan bakışımızı değiştirir, geçmiş başarılarını daha saf bir şekilde görmemizi sağlar. Ancak bu yaklaşım, aynı zamanda o kişinin değerini hayattayken göremediğimiz gerçeğiyle yüzleşmemize de neden olur.
Yeteneğin Ötesinde
Türkiye’de sanatçılar, düşünürler ve bilim insanları yalnızca yetenekleriyle değil, aynı zamanda toplumun ideolojik ve kültürel beklentileriyle de yargılanır. Özellikle, topluma aykırı olarak nitelendirilen ya da geleneksel kalıplara uymayan düşünür ve sanatçılar, hayatları boyunca eleştirilerle karşılaşır. Örneğin, toplumun bazı kesimleri için aykırı görülen Turgut Uyar gibi bir şair, ancak ölümünden sonra "anlaşılması gereken bir deha" olarak kabul edilmiştir. Bu tür toplumsal kalıplar, yeteneklerin ölümden sonra daha objektif bir biçimde değerlendirilmesine neden olur.
Toplumun özellikle ideolojik yaklaşımlar üzerinden yetenekleri değerlendirmesi, kişilerin hayattayken yanlış anlaşılmalarına veya belirli bir gruba yönelik olduğunun düşünülmesine yol açar. Ancak ölümün ardından, bu engeller bir nebze kalkar ve insanlar, önyargılardan bağımsız olarak yetenekleriyle hatırlanır. Yani ölüm, toplumun kişiye dair ideolojik önyargılarını, hatıraları üzerinden ortadan kaldırabilir ve onun eserlerine daha saf bir gözle bakılmasını sağlar.
Bir sanatçı, yazar ya da bilim insanı yaşarken eseriyle birlikte tüm yaşamı değerlendirilir. Ancak ölüm, bu değerlendirme sürecine farklı bir anlam katar. Ölüm, bir nevi "anlam saflaştırması" sağlar; insanların sadece kişinin üretimlerine, eserlerine, başarılarına odaklanmasına neden olur. Örneğin, Adile Naşit, ölümünden sonra bir simge haline gelmiş, sevgi dolu bir “anne” figürü olarak hafızalarda yer edinmiştir. Hayattayken eleştirilmiş veya anlaşılmamış yönleri, ölümle birlikte unutulmuş; geriye sadece sevgi dolu karakteri ve değerleri kalmıştır. Bu tür figürler, toplumun gözünde hatasız ve kusursuz bir hale getirilerek birer kültürel simge haline gelirler.
Ölümle birlikte yaşanan bu saflaştırma süreci, çoğu zaman topluma bırakılan mirası daha net görmemizi sağlar. Fakat toplumun gözünde değerini bulması için kişinin yaşarken sahip olduğu zorlukların ölümle birlikte "kutsallaştırılması" gerektiği gerçeği, ele alınması gereken bir sorundur.
Kolektif Pişmanlık
Özellikle Türkiye gibi geçmişi zengin, kültürel çeşitliliği bol toplumlarda, geçmişe dair pişmanlıklar toplumsal hafızanın bir parçası haline gelir. Ünlü bir kişinin ölümü, topluma bir kaybı ve kaçırılan bir fırsatı hatırlatır. Kolektif pişmanlık, o kişinin eserlerine ve yeteneklerine daha fazla sahip çıkılmasına yol açar. Bu anlamda, toplumsal hafızada "birini kaybettikten sonra değerini anlama" eğilimi, geçmişte verilen tepkilere yönelik bir yüzleşme ihtiyacı olarak ortaya çıkar. Örneğin, Barış Manço'nun ölümünden sonra şarkılarının her kesim tarafından sahiplenilmesi, aslında onun toplumda çok daha geniş bir etki yaratabileceğinin geç fark edildiğini gösterir.
Bu tür pişmanlıklar, toplumsal hafızanın kolektif bir anlam ve değer yaratması için bir başlangıç noktası sunar. Ancak, geçmişte yapılan hataları tekrar etmemek için, toplumun yetenekleri yaşarken kabul etmeye ve anlamaya yönelik bir bilinç geliştirmesi gereklidir.
Türkiye’de yeteneklerin kıymetinin yaşarken anlaşılması için toplumsal bir farkındalık ve kabul kültürü geliştirilmesi şarttır. Fakat bu, yalnızca toplumsal bir sorumluluk değil, aynı zamanda devlet ve medya gibi etkili kurumların da katkıda bulunması gereken bir süreçtir. Medyanın sansasyonel değil, sanatsal ve kültürel içeriklere değer vermesi, toplumsal olarak sanatçının yaşarken anlaşılmasına destek sağlar. Devletin ise kültür ve sanat alanında destekleyici politikalar geliştirerek yeteneklerin toplumda daha kolay kabul görmesine olanak sağlaması gerekir.
Örneğin, Cem Karaca gibi bir sanatçının hayatı boyunca siyasi baskılara ve sansüre maruz kalması, onun toplumun gözünde hak ettiği değeri almasını engellemiştir. Oysa toplum ve devlet, sanatçıları yaşarken destekleyici ve koruyucu bir yapıyla kucaklamalıdır. Bu, yalnızca sanatçının değil, toplumun da sanat ve kültüre olan bakış açısını değiştirecek, bireylerin yeteneklerini daha sağlıklı bir biçimde sergilemesine olanak tanıyacaktır.
“Rahmetliyi nasıl bilirdiniz?”
Türkiye’de birçok ünlü sanatçı, düşünür ve bilim insanı için geride kalanların sormaktan kaçamadığı bir sorudur. Türkiye’de yeteneklerin ölümünden sonra daha iyi anlaşılmasının ardında, toplumun değerleri geç fark etme eğilimi yatar. Toplumun bireyleri sadece ölümünden sonra saf ve ideolojilerden arınmış bir gözle değerlendiriyor olması, yaşarken yapıcı ve anlam dolu bir toplumsal destekten mahrumiyet doğurur.
Bu döngüyü kırmak, toplumsal olarak değerleri yaşarken fark edebilmek için daha açık, daha özgür ve daha destekleyici bir kültürel altyapı oluşturmakla mümkün olur. Son olarak, şu soruyu sorabiliriz: Bir toplum, kendi değerlerine, sanatçılarına ve düşünürlerine yaşarken gereken değeri veremiyorsa, bu kayıpların ardından gelişen pişmanlık, ne derece anlamlıdır? Belki de, rahmetliyi “nasıl bildiğimizden” çok, onun “hayattayken nasıl bilinmesini sağladığımız” daha önemlidir.