Uluslararası İlişkilerde Tarihsel Perspektif
Savaş ve Diplomasi
Uluslararası ilişkilerde savaş ve diplomasi arasındaki ilişki, insanlık tarihinin en belirleyici unsurlarından biri olmuştur. Devletler arasındaki rekabetin, çıkarların ve güç mücadelesinin bir yansıması olarak, savaş ve diplomasi birbiriyle sürekli bir etkileşim halindedir. Henry Kissinger 'ın da belirttiği gibi, “Diplomasi, savaşı önlemenin en etkili yolu olabilir; ancak her zaman savaşı engelleyemez.” Tarih boyunca savaşlar, devletlerin egemenlik, güvenlik ve çıkarlarını korumak için başvurdukları bir araç olurken; diplomasi, savaşın yıkıcı etkilerinden kaçınmanın ve uluslararası barışı sağlamanın anahtarı olmuştur. Ancak bu iki olgu, sadece birbirine alternatif olarak değil, çoğu zaman aynı anda kullanılan stratejiler olarak ortaya çıkmıştır.
Bu karmaşık ilişkinin kökleri, modern uluslararası sistemin temelini oluşturan 1648 Westphalia Barışı'na kadar uzanır. Westphalia, Avrupa'da devletlerin egemenlik haklarını tanıyan ve güç dengesi üzerine kurulu bir diplomatik düzenin başlangıcını işaret eder. Bu anlaşma, aynı zamanda modern diplomasiye de zemin hazırlamıştır. Henry Kissinger, Westphalia sisteminin önemini şu sözlerle vurgular: “Westphalia, devletlerin kendi çıkarlarını koruyabilmesi için uluslararası arenada diplomasiye ihtiyaç duyduklarını kabul eden bir ilk adımdı.” Bu dönemde diplomasi, savaşın önüne geçmeye çalışan bir mekanizma olarak şekillenmiştir; ancak savaşın hâlâ devletlerarası ilişkilerde önemli bir rol oynadığı bir gerçektir. Özellikle 19. yüzyıl, bu denge politikasının en açık örneklerini sunmaktadır.
Napolyon Savaşları sonrasında toplanan 1815 Viyana Kongresi, Avrupa'da uzun bir barış dönemini başlatmış, diplomasi ve savaş arasındaki bu hassas dengeyi sürdürebilmiştir. Viyana Kongresi’nin amacı, savaş sonrası Avrupa'da güç dengesini korumak ve bir daha büyük çaplı bir savaşın çıkmasını engellemekti. Diplomasi, bu süreçte kilit bir rol oynamış ve büyük devletler arasındaki ilişkilerin barışçıl yollarla yönetilmesine katkıda bulunmuştur. Klemens von Metternich'in şu sözleri, bu dönemin ruhunu yansıtır: “Diplomasi, savaşı önlemenin en etkili yoludur, ancak barışı koruyabilmek için her zaman savaş tehdidini göz önünde bulundurmak gerekir.”
19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde, uluslararası sistemde diplomasinin yerini savaş stratejileri almaya başlamış ve dünya, I. Dünya Savaşı gibi yıkıcı bir savaşa sürüklenmiştir. Bu savaş, diplomasiye duyulan güvenin sarsıldığı ve devletlerin askeri güce dayalı stratejilere yöneldiği bir dönem olmuştur. Ancak I. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti, diplomasinin yeniden canlanması ve savaşların önlenmesi için uluslararası bir platform oluşturma girişimiydi. Ne var ki bu çabalar, II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesini engelleyememiştir.
“Savaş, insanlığın en büyük trajedisidir; diplomasi ise bu trajediyi önleyemediğinde daha da büyük bir başarısızlığa dönüşür.” Albert Einstein.
II. Dünya Savaşı sonrasında ise uluslararası sistem yeniden şekillenmiş, Birleşmiş Milletler’in kurulmasıyla diplomasinin savaşları önleme konusundaki rolü güçlendirilmiştir. Ancak savaş ve diplomasi arasındaki ilişki, Soğuk Savaş döneminde daha karmaşık bir hale gelmiştir. Soğuk Savaş, iki süper güç olan ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki ideolojik ve askeri rekabetin bir yansımasıydı. Bu dönemde savaş, daha çok nükleer silahların tehdidiyle özdeşleşmiş ve bu yüzden doğrudan çatışmalar yerine diplomasiyle gerilimlerin yönetildiği bir süreç yaşanmıştır. John F. Kennedy, Soğuk Savaş'ın bu özelliğini şu sözlerle ifade etmiştir: “Diplomasi, savaşı önlemek için kullanılan bir araçtır; ama bazen savaşın eşiğinde de bir çözüm aramak zorunda kalırız.”
Soğuk Savaş’ın en kritik anlarından biri olan 1962 Küba Füze Krizi, dünya tarihinde nükleer bir savaşın en yakın olduğu dönemlerden biridir. ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki bu kriz, diplomasi ve savaş stratejilerinin nasıl iç içe geçtiğinin çarpıcı bir örneğidir. Nikita Khrushchev'in ifadesiyle, “Nükleer savaşın sonuçları öyle yıkıcıdır ki, onu önlemek için her yolu denemek gerekir.” Bu kriz, diplomatik manevraların gücünü ortaya koymuş, nükleer bir felaketi önlemiştir. Kennedy ve Khrushchev’in diplomatik çabaları, savaşın önüne geçebilmiş ve Soğuk Savaş’ın doğrudan bir sıcak savaşa dönüşmesini engellemiştir. Bu olay, diplomasi ile savaş arasındaki ince çizginin ne kadar hayati olabileceğini gösterir.
Soğuk Savaş’ın ardından uluslararası sistem, daha çok kutuplu bir yapıya bürünmüş ve yeni diplomatik stratejiler devreye girmiştir. Günümüzde ABD ve Çin arasında süregelen ekonomik ve stratejik rekabet, Soğuk Savaş dönemindeki diplomatik manevraları hatırlatır niteliktedir. Ancak bu kez savaş tehdidi, nükleer silahlar yerine ekonomik üstünlük ve teknoloji alanındaki rekabetle biçimlenmektedir. Çin’in “Kuşak ve Yol” projesi, diplomasi ve ekonomik stratejilerin birleştiği bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Joseph Nye, bu durumu “yumuşak güç” kavramıyla açıklamıştır: “Diplomasi, yalnızca askeri güçle değil, ekonomik ve kültürel etkilerle de şekillenmelidir. Yumuşak güç, uluslararası arenada giderek daha fazla önem kazanmaktadır.”
Diplomasi ve savaş stratejilerinin iç içe geçtiği bir başka modern örnek ise Suriye ve Ukrayna’daki çatışmalardır. Suriye İç Savaşı, hem bölgesel hem de küresel aktörlerin çıkarlarının çakıştığı, diplomatik çabaların sınırlı kaldığı bir kriz olarak dikkat çekmektedir. Kofi Annan, Suriye krizine yönelik diplomatik girişimlerin zayıflığını şu sözlerle dile getirmiştir: “Barış için diplomasiye ihtiyaç duyduğumuzda, ona en az hazırlıklı olduğumuz zamanlar en zor dönemlerdir.” Cenevre görüşmeleri ve Astana süreci gibi diplomatik çabalar, bu krizi çözmeye çalışmış, ancak büyük güçlerin çıkar çatışmaları nedeniyle başarıya ulaşamamıştır.
Ukrayna’daki kriz de savaş ve diplomasinin nasıl birbiriyle çatışan, ancak aynı zamanda bir arada var olan kavramlar olduğunu göstermektedir. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhakı ve sonrasında Batı’nın uyguladığı ekonomik yaptırımlar, diplomasi ile savaş arasındaki sınırların nasıl belirsizleştiğini ortaya koymuştur. George Kennan'ın şu sözleri bu durumu açıkça özetlemektedir: “Diplomasi, bazen savaşın önüne geçemez; ancak savaşın daha da büyümesini engelleyebilir.” Batı’nın diplomatik çabaları, Rusya’yı uluslararası arenada izole etmeye çalışsa da bu kriz hâlâ çözülmüş değildir ve askeri güçle diplomasi arasındaki dengeyi sürdürmek zor bir hale gelmiştir.
Günümüzde savaş stratejileri, sadece askeri müdahalelerden ibaret değildir. Ekonomik yaptırımlar, siber saldırılar ve hibrit savaş yöntemleri, savaşın yeni biçimlerini oluşturmaktadır. Özellikle Güney Çin Denizi'nde Çin’in bölgesel hegemonya arayışları, bu yeni savaş stratejilerinin diplomasiyle nasıl iç içe geçtiğini göstermektedir. Bölgedeki gerilimler, Çin’in askeri ve diplomatik manevralarıyla sürdürülmektedir. Sun Tzu'nun “En büyük zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir” sözü, Çin’in stratejik yaklaşımını açıkça ifade eder.
Sonuç olarak, uluslararası ilişkilerde savaş ve diplomasi arasındaki ilişki tarih boyunca karmaşık ve dinamik bir süreç olmuştur. Devletler, çıkarlarını korumak ve genişletmek için savaş stratejilerine başvurmuş ancak aynı zamanda diplomasiyle barışı sağlamaya çalışmışlardır. 21. yüzyılda savaş ve diplomasi arasındaki bu ilişki, teknoloji, ekonomi ve küresel iş birliği gibi yeni unsurlarla daha da karmaşık hale gelmiştir. Ancak tarihin bize gösterdiği gibi, savaş ve diplomasi birbirinin zıttı değil, çoğu zaman birbirini tamamlayan stratejiler olarak varlığını sürdürmeye devam edecektir.
**Kaynakça:**
1. Kissinger, Henry. *Diplomasi*. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2013.
2. Nye, Joseph. *Soft Power: The Means to Success in World Politics*. New York: Public Affairs, 2004.
3. Gaddis, John Lewis. *Soğuk Savaş Tarihi*. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015.
4. Waltz, Kenneth. *Man, the State, and War: A Theoretical Analysis*. New York: Columbia University Press, 1959.
5. Sun Tzu. *Savaş Sanatı*.