Varoluşçuluk Üzerine
Felsefe, felsefe, felsefe
Önemli bir felsefi akım olan varoluşçuluk, insanın kendisini sürekli olarak oluşturan ve bu süreçte özgürlüğünü sorgulayan bir felsefi yaklaşımdır. Jean-Paul Sartre’ın meşhur tezi olan “varoluş özden önce gelir,” bu felsefenin temel taşlarından biridir. Bu düşünceye göre, insan doğuştan belirlenmiş bir özle var olmaz; tam tersine, var olduktan sonra özünü kendi eylemleri ve seçimleriyle oluşturur. Diğer canlılar dünyada belirli bir doğaya sahip olarak var olurken, insan sürekli gelişim ve değişim içinde, kendini yaratma sürecinde bulunur. Varoluşçuluk bu anlamda insanı hem özgürlük hem de sorumlulukla dolu bir varlık olarak tanımlar. Yani önemli olan kendimize kattığımız şeylerdir.
İnsan, diğer canlılar gibi doğada bir yere sahip değildir yani doğayla iç içe yaşayan canlılar değiliz, ve bu dünya ile bağ kurarak bir kimlik oluşturmaya çalışırız. Bu bağ kurma süreci, insanın kendisine anlam yüklemesi ve varoluşunu şekillendirmesi için kritik bir önem taşır çünkü insan diğer canlılardan farklı olarak, yaşamına anlam kazandıran bir çaba sarf eder. Sartre’ın savunduğu sübjektivizm de bu noktada devreye girer: Her insan kendi hakikatini kendi oluşturur, bu yüzden her bireyin öznel bir gerçekliği vardır. Nesnel bir insan tanımı yapmak bu nedenle mümkün değildir. İnsanın eylemleri, bu varoluşu şekillendiren temel unsurdur ve her birey kendi özünü, yaptığı seçimlerle inşa eder.
Varoluşçuluk, insanın köksüzlüğüne ve hiçlik duygusuna dair önemli bir bakış açısı da sunar. İnsanın bu dünyada savunmasız ve köksüz bir varlık olduğu düşüncesi, varoluşçuluğun temelini oluşturur. Bu köksüzlük, insanın aidiyet arayışına ve bağ kurma çabasına yönelmesine neden olur. Varoluşçu filozoflar, insanın bu boşluğu anlam yükleyerek, emek sarf ederek doldurabileceğini savunurlar. Bütün arayışın bu boşluğu doldurmak olduğunu savunanlar bile vardır. Doğa ile kurulan bağlar, toplumsal ilişkiler ve insana dair eylemler, insanın köksüzlüğünü aşmasına yardımcı olur. Örneğin, Brigitta adlı edebi bir eserde bu durumun bir örneği görülür. Brigitta, doğaya anlam kazandırarak, kendisini de şekillendirmiş ve varoluşunu yeniden inşa etmiş, boşluğunu doldurmuş bir karakterdir.
Sonuç olarak, varoluşçuluk, insanın sürekli bir oluş içinde olduğunu savunur ve bireyin ‘kendi’ özünü oluşturma sürecine vurgu yapar. Bu süreç, hem özgürlüğü hem de sorumluluğu beraberinde getirir. İnsanın özgürlüğü ve sorumluluğu, varoluşçuluğun en önemli sorunsallarından biri olarak karşımıza çıkar. Her insan kendi özünü oluştururken, aynı zamanda hem kendi hayatından hem de toplumsal etkilerinden sorumludur.