Yabancı Dilde İskonto
Serbest pazarda pazarlık edememe üzerine bir deneme.
Şu ismine dünya dediğimiz yeryüzü cennetinde, kimine göreyse cehenneminde, türlü türlü insan var. Bu türlü türlü insanların her birinin en az bir meziyeti var. Kimi matematikte usta, kimi leb demeden Çorum’u anlatmada. İçlerinde bir grup var ki onlara hayran olmamak elde değil.
Onlar ki her gittikleri ortamda orta yolu buluyor olmalarıyla bilinirler. Yanlış anlaşılmasın; iki insan arasındaki anlaşmazlıkları çözenlerden bahsetmiyorum. Durumları kendi lehlerine rahatça çevirebilenler, ekonomik buhranlarda bile kar edenler, yeri geldiğinde mekandaki hesabı karşıya yükleyebilenler benim sözünü ettiklerim.
Eğer bu özelliklere sahip insanı piramidin en tepesine koyup, piramitten hızlıca aşağı doğru inersek, bizi en alt katmanda başka bir hünere sahip insan karşılayacaktır: Kolayca pazarlık yapabilen insan tipi! Bu, piramidin en tepesindeki ademin atasıdır bana göre.
Kolaylıkla pazarlık yapabilen insan grubundan olmadığım için, alışveriş ortamlarında kaderine razı gelenlerdenim çoğu zaman. Çünkü, kendimden daha çok karşımdakini düşünmeye koyulurum. Satıcının karını düşünürüm, kazancını, evine götüreceği ekmeği, ödenecek faturalarını… Sanki aynı dertten mustarip değilmişim gibi, ensemde bekleyeduran elektrik idaresi, internet sağlayıcısı ya da herhangi bir banka yokmuş gibi, durup karşımdaki satıcıyı düşünürüm. Patolojik bir sosyalizm etkisine girerim. Alacağım üründen vazgeçmek de kolay olmaz benim için. Bırakır elimdeki meblağı, kafamda başka bahara kalan ürünlerle çıkar giderim.
Velhasıl, pazarlık yapmak benim için her zaman utanılacak bir tabu olmuştur. Anlamsız bir “fakir ama gururlu” kız moduna bürünüp, hastalıklı Hülya Koçyiğit edalarında ortamı terk eylemek ilk ve tek seçeneğimdir.
Annemi ilk kez, o meşhur İspanyol giyim markasıyla tanıştırmaya götürdüğümde de benzer duyguları yaşamıştım. Trençkot modası etrafı kasıp kavururken, aklımda olan tek şey, neden ben de Müfettiş Gadget gibi giyinemiyorum olduğuydu. Hedefimi belirledikten sonra, ufak bir çaylak hatası yapıp alışverişe annemi de yanımda götürmem dışında her şey olağandı.
Annem benim gibi değildi. Pazarlık sünnettir deyip, bodoslama bir şekilde indirim yaptırmaya çalışırdı. Her yerde ve her zaman.
İşte o gün, benim güzide Müfettiş Gadget pardösüme kavuşmama ramak kala, annem hamlesini yaptı. Süslü mağazanın süslü çalışanına “bu en son kaç olur?” deyiverdi.
O gün yüzümün rengi ten rengi dışında bütün renklere bürünmüştü. İçime içime ağlayıp, dışarıdan gülümsemeye çalışarak durumu kurtarmaya çalıştım. Annemse “başlatma İspanyol mağazandan, ne var yani, onlar da insan değil mi?” diyerek Anadolu erkanını Avrupa’yla tanıştırma misyonunu üstlenmişti.
Ben o gün, o mağazadan bir trençkot ve alı al moru mor bir yüzle çıktım. Açıkçası bu tarz ‘kurumsal’ firmalar, pazarlık yapabilme ihtimalini daha baştan ortadan kaldırdıkları için, benim açımdan daha avantajlı durumdalardı. Çünkü hep bahsettiğim gibi ben, pazarlıkta berbat ötesi bir tüketiciydim.
İşler, hayatta her zaman istediğimiz gibi gitmez derler ya, işte ben bu sözün yürüyen pankartı gibiyim adeta. Bir de “istemediğin ot burnunun dibinde bitermiş” lafı… Hayat mottom olabilirmiş aslında.
Bir fiyasko da kaçmaya çalıştığım şeye ne kadar çabuk yakalandığımla alakalı… Hayatın naif, insanların slow-motion çekimde yaşadığı Kanada’da bir yayınevi ile, iş icabı yazışmak durumunda kalmıştım. Bir e-posta duyguları ne kadar belli eder bilmiyordum ama kanım bu insanlara kaynamıştı bir kere. Son derece mütevazı ve saygı çerçevesinde yazışıyorduk ki patronumdan gelen uyarıyla özüme, bu topraklara döndüm: “İndirim yaptır, bu çok para!”
Aklımdan geçenler “ama efendim, ben kendi dilimde bile pazarlık yapma özürlüsüyüm, yabancı dilde bunu nasıl becereceğim?” idi. Tabii işimi seviyordum, çalışmam lazımdı, sabahları uyanmak için bir gaye lazımdı filan gibi motivasyon cümleleri ile kendimi silkeleyip, “tabii, efendim.” diyebildim.
Yarım gün düşünüp durdum içinde küçük, sevimli iskonto cümleleri geçen bir maili nasıl yazabilirim diye. Bir de bunu İngilizce nasıl anlatırım diye. İşin en kolay kısmı buydu aslında. Zor olan, pazarlığa yüzü olmayan birinin bunu yapmasıydı.
Sonra aklıma müthişmiş gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan bir fikir geldi: Acındırma… Kendimi değil ama kurumu biraz acındıracaktım. Küçük, lokal ama amaçları olan, ayakları yere sağlam basan bir müesseseyiz cümlesinden bütçemize, oradan da hop indirime konuyu getirmiş oldum. Onlar da ne kadar küçük olduğumuzu, ne kadar ayakları yere sağlam basan ama bir o kadar da ufku geniş bir müessese olduğumuzu sordular. Ben de içtenlikle anlattım, anlattım ve iskontoyu havada kaptım nihayetinde. Kendi dilimde yapamadığımı, başka bir dilde, üstelik bir e-postayla başarmış oldum.
Bundan aldığım ilhamla olsa gerek, pazarlık yapma fikrine bir adım daha yakın hissediyorum kendimi. Savulun nalburlar, mefruşatçılar! Çekilin yoldan tuhafiyeciler! Yabancı dilde pazarlıkçınız ayağınıza geldi işte!