YAPAY İRADE ÜZERİNE

...Bu sebeple zamanla makineyi ortaya çıkaran gen olmakla birlikte idareyi beynin üstlendiği söyleniyor...

Yapay irade kavramı ve mümkün olup olmadığı şu ana her alandan uzamanlar tarafından tartışıldı ve ortaya birbirinden farklı birçok cevap çıktı. Biz de bu yazıda yapay iradenin mümkün olup olmadığını incelemeye çalışırken biraz kavramların derinine inerek inceleyeceğiz. 

İrade ya da bilinç kavramlarının kesin bir tanımı bulunmamakta ancak bu onların ne olduklarını bilmediğimiz anlamına gelmez. Elbette herkesin aklında bu kavramlar belli çağrışımlar yapar: özgürlük, hayal gücü, zekâ… 

Aslında bu kavramların bu kadar tartışmaya sebep olmasının yegâne sebebi farklı insanların olaya yönelik farklı bakış açılarıdır. Biz bu kavramları tanımlamadan önce biraz daha geriye çekileceğiz ve önce bu kavramların nereden geldiğini anlamaya çalışacağız. 

İnsanın ortaya çıkışı noktasında birçok farklı görüş bulunmaktadır. Ama bunlar arasında iki tanesi diğerlerine kıyasla fazlasıyla popülerdir: tanrı inancı ve evrim teorisi.

Eğer tanrı inancı üzerinden bu kavramları değerlendirecek olursak insanın özel olarak yaratılmış bir varlıktır ve diğer varlıklardan farklı, özel davranış biçimleri gösterir. Bu bakış açısında bilinç ve irade kavramları tanrıdan gelmektedir ve insan bedeninin çözülemeyen gizemlerinden biridir. Bu durumda bir yapay iradenin olabileceğinden söz etmek pek mümkün değildir. Nitekim insanların fiziksel olarak bulamayacağı ya da taklit edemeyeceği kadar derindedir.

Olaya evrim teorisi çerçevesinde baktığımızda biraz daha iyimser olabiliyoruz. Bu teori kendi içinde birçok görüş ayrılığı barındırmakla birlikte genel görüşe göre insanın kökeni belli fiziksel ve kimyasal bir sürecin ürünüdür. Ancak bu bizim anladığımız gibi laboratuvar ortamlarında yapılacak belli deneyler sonucunda elde edilemeyecek kadar özel ve uzun bir oluşum süreci. Yaşam gelişmeden önce dünyada belli kimyasal maddeler bulunuyordu ancak bunların ne olduğu tartışmalı. Bu organik moleküller bir suyun içinde yüzüyorlardı. Sonra kendi kopyalarını üretebilen bir molekül ortaya çıktı. Fazla ayrıntıya girmeden, bu molekül bugünkü DNA’nın atası oluyor ve DNA’larda genlerin yapı taşını oluşturuyor. Görüldüğü üzere bu teoride irade kavramını araştırabilmek için gen kavramı önemli bir rol oynuyor. Bu sebeple ilk incelememizi bu kavram üzerinden yapacağız. Bu kavramın kesin bir tanımı bulunmamakta o sebeple tanımdan ziyade insan gelişiminde oynadığı role odaklanacağız.

Öncelikle evrim teorisi birçok açıdan Darwin’in “Doğal Seçilim” teorisine dayanır. Buna göre daha ilk oluşum aşamasından bu yana önemli olan bir şey vardır o da hayatta kalabilmek. Bunu sağlayabilmenin birçok yolu var ama evrimi asıl ilgilendiren dış çevrede hayatta kalabilmek için gereken yetilere uyum sağlayabilme becerisidir. Ama bunun yanından genlerin oluşumu ve insanı meydana getiriş sürecini açıklamakta da önemlidir. Çünkü bu teoriye göre hayatta kalabilme amacı genlere kadar hatta öncesine dayanmaktadır. Richard Dawkins kitabında canlıları genlerin hayata kalmak için kendilerini kaplayacak şekilde ürettiği birer makine olarak tanımlıyor. (Richard Dawkins / Gen Bencildir / Kuzey yayınları 5. baskı syf. 80)

Buna göre genler hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar ve bunu bir canlıyı meydana getirerek başlatıyorlar ama bu yeterli değil. Canlının dış çevrede hayatta kalabilme becerisi yanında üreme becerisi de söz konusu olabilmeli ki belli genler yaşamlarını bir sonra ki bedende sürdürmeye devam edebilsin. Uzun ömürlülük, doğurganlık ve genin doğru kopyalanabilme becerisi önemli bir rol oynamakta. Burada genler canlı varlıklarmış gibi bir çağrışım kulağınıza geliyor olabilir. Ancak bu tartışmalı bir konu. Genin işlevleri üzerine çalışmalar canlı olup olmadığı yönündeki tartışmadan bağımsız ilerlemekte.

Bu konuda yapılan tartışmalar veya bilimsel yaklaşımlar üzerinde çok derine inmeyeceğiz ve bizi asıl ilgilendiren kısma geçeceğiz: nereden geliyor peki bu bilinç ve irade?

Öncelikle bilinç kavramı evrimcilerin açıklamakta zorlandığı bir kavramdır. Richard Dawkins kitabında bilinç kavramının kökenini amaçlılık kavramı üzerine konumlandırıyor ve amaçlı olmaktan bilinçli olmanın evrimleştiğini söylüyor. (syf 84)

Peki amaç ne diye haklı bir soru akla geliyor. Evrim yine bunu hayatta kalmak ve soyun devamı olarak açıklayacakdır. Nitekim genler ürettikleri makineye bir de beyin yapıyorlar. Burada örnek mühendislerin bilgisayarlara belli kodlar göndererek ortaya çıkarılan yazılımlar üzerinden açıklanmaktadır. Yani nasıl yapılan kodlamalar ile bir yazılım ya da robot ortaya çıkabiliyorsa insanlar da genlerin bizi kodlamaları ile ortaya çıkıyoruz. Bu kodlamaları talimatlar gibi düşünebiliriz. Hayatta kalmayı kafaya takmış olan genler, makineyi hayatta kalabilecek şekilde kodlamak istiyorlardı ancak öngörmeyecekleri tehlikeler için ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlardı. Bu sebeple ilk olarak yaptıkları şeye tehlikeleri kavrayabilme için bir öğrenme becerisi kodladılar. Bu talimatların nasıl verildiği yani insana nasıl öğrenme üzerine bir beceri yerleştirildiği bilinmiyor. Burada haklı olarak çevreyi gözlemleme ve geçmişteki gözlemlerden de yola çıkarak çıkarımlarda bulunup bunu hafızaya kaydetme becerisi yani öğrenme tek başına yeterli görülmemiş. Bunun yanında belli canlandırmalar yaparak geleceği tahmin edebilsinler diye hayal etme gücü veriliyor. Bu sayede bir işe kalkışmadan önce bu işin akıbetini kafasında tartabilecek yetiye ulaşıyor. 

Ancak insanlar sadece bu yetilerle açıklanamayacak kadar karmaşık ve özel. Nitekim bir iradeye sahipler ve genlerin asıl amacından saparak çoğalmayı reddedilirler daha da kötüsü kendilerini beşinci kattan aşağı atabilirler (tek bir çocuk dahi yapmadan hem de).

Bu sebeple zamanla makineyi ortaya çıkaran gen olmakla birlikte idareyi beynin üstlendiği söyleniyor ve git gide gelişen beyinler kontrolün nerdeyse hepsini ele alıyor. 

Bu teoride savunulan görüşler birçok yönden tartışmaya açıktır nitekim varsayımlar üzerine dayanmaktadır ama bilinç ve irade kavramlarına giden zorlu yolumuzda farklı fikirler üzerinden farklı değerlendirmeler yapabilmemiz gerekir. Genler belli fiziksel oluşumlara öncülük edebilmekle birlikte fikirler, bilgi, anılar gibi şeyler genleriniz ile bir sonraki kuşağa geçmez. Gen kavramını az çok incelemiş olmakla birlikte bize tam bir cevap veremediğini görüyoruz. Bu sebeple beyin üzerine yoğunlaşarak yolumuza devam edeceğiz.

Beynin çalışma sistemi çok özgün ve karmaşık bir işleyiş göstermektedir. Nitekim bugüne kadar üzerinde yoğun çalışmalar yürütülmüş ve bu sistemin tam olarak nasıl işlediği anlaşılmaya çalışılmıştır ancak hala bünyesinde bir sürü soru işareti barınmaktadır. Bilimsel öğretiden devam ederek beynin bu çalışma sistemini ve bilinç ve iradenin bu çalışma sisteminin neresinde olduğunu anlamaya çalışacağız. Beynin evrim süreci ile gelişen yapısı daha ilk aşamalarda belli kazanımları bünyesinde barındırarak var olmaktadır. 

Öncelikle hepimizin aklına nasıl doğuştan öğrenme ya da dilleri algılama vb özelliklere sahip olduğumuza ilişkin sorular gelmiştir. Bunun cevabını aslında biraz da genleri anlatırken anlamaya çalıştık. Evrim süreci boyunca hayatta kalma becerilerini geliştirmeye çalışan varlıklar genlerine kazınacak ve nesilden nesile aktarılacak belli özelliklere sahip olmuşlardır. Öğrenme konusunda savunulan genel görüşe göre eski insanlar hayatta kalmak için çevreyi keşfetmek zorunda oldukları için öğrenme türü bir beceri geliştiriyorlar ve bu özelliği taşıyan genler, faydalı gen yani doğal seçilim için iyi bir gen olarak kabul edilip bize kadar geliyor. Bu görüşe birçok eleştiri getirilmiştir elbet ama ben burada çok ayrıntıya girmeden okuyucuya sadece bilimsel öğretide genel kabul edilen görüşleri sunmaya çalışıyoruz, umuyoruz ki bu konuda daha fazla araştırma yaparak kendi görüşünü yazabilecek seviyeye gelir. (Burada genler ile nelerin aktarılabileceği nelerin aktarılamayacağı üzerine bir tartışmayı hatırlayalım!)

Şimdi genler ile yapılan tartışmaları ve görüşleri bir kenara bırakıp beynin özelliklerini ve çalışma sistemini incelemeye çalışalım. Öncelikle beyin hepimizin bildiği gibi dışardan duyu organlarımız vasıtası ile elde ettiği bilgileri işleyerek bize etrafımızdaki dünyayı algılamak, anlamak ve hatta değiştirmemizi sağlar ve bedendeki organları yönetir. Kafamızın içine sayılamayacak derecede çok nöronun değişik etkileşimler içinde bulunduğu bir sistem var. Bu nöronların arasında ki etkileşim aslında beynin işleme şeklinin dıştan bir görünümü ama gerçek biraz daha karmaşık.

İnsan beyni biyolojik bir mucize gibidir. Bize basit gözükmesine rağmen aslında duyu organlarımız vasıtasıyla dünyayı algılama şeklimiz oldukça karmaşıktır. Gözlerimizi dikip çevrede gezdirdiğimiz zaman gördüklerimizin gerçek olduğundan nerdeyse emin gibiyizdir. Ancak aslında insanların görme işlemi üzerinde beynin önemli bir etkisi vardır. Dokunduğumuz yer, kulağımıza gelen sesler, gözlerimize gelen sinyaller elektrokimyasal sinyaller olarak beyne aktarılır. David Eagleman Beyin adlı kitabında dış dünyayı algılama şeklimiz üzerinde beynin önemine vurgu yaparak aslında dış dünyanın birçok zenginlik ile bezenmiş bir alem olmadığını beynimizin bizim için bir gerçeklik oluşturarak bu dış alemi aydınlattığını belirtmiştir.  (David Eagleman / Beyin / Domingo yayınları 2016 basım syf 72)

Beynimiz gelen bu sinyalleri işleyerek bir kalıba sokmaktadır. Hayvanların bazılarının insanlardan değişik duyu organları ile dünyayı bizden daha farklı algıladıklarını daha önce duymuşsunuzdur. Aslında insanlar için bu durum farklı sonuçlara yol açabilmektedir. Mesela geçmişte ki anılarımızı hatırladığımız zaman bazen o anının üzerine yeni şeyler ekleyebiliyoruz. Hatta bazen hiç yaşamadığımız bir anıyı beynimizde oluşturabiliyoruz. (David Eagleman / Beyin / Domingo yayınları 2016 basım syf 30)

Burada diğer bir önemli nokta zaman algısı, insanların zaman algısı da beyin tarafından yönetilmektedir. Mesela iki duyu organınız ile algıladığınız zaman birbirine yakın zamnlarda gerçekleşen işlemleri beyin aynı zamanda gerçekleşmiş gibi işleyebilir. Hepimiz zamanın bazen hızlı bazen yavaş ilerlediğini hissettiğimiz anlar yaşamışızdır.  (David Eagleman Incognito Domingo yayınları 2013 / syf 54)

Bunun yanında beynimizin belki de en ilgi çekici özelliklerinden biri de dış dünyayı algılamada bir nevi seçici davranmasıdır. Beyninizin bir yere baktığında her şeyi işlemesine gerek yoktur, ihtiyaç dahilinde olan bilgiyi nerede arayacağını bilmesi yeter. (David Eagleman Incognito Domingo yayınları 2013 / syf 27)

Hepimiz bir yere baktığımızda belli ayrıntıları gözden kaçırdığımızı fark ederiz. Sonra dönüp tekrar baktığımızda kaçırdığımız ayrıntıyı görmek daha kolay bir hale gelir. Bunun sebebi neyi nerede aradığımızı biliyor olmamız ve ihtiyacımız olan şeyi işleyerek geri kalan sinyallerle kafamızı karıştırmamamız. 

İnsan beyninin çalışma şekli bunlarla sınırlı değil elbet ancak biz şu an çok ayrıntıya girmeden asıl konumuza geleceğiz; beynimizde bilincin ve iradenin rolü ne? 

Bilinç farkındalığımızı yansıtmaktadır. Beynimizde ne kadar işlevi olduğu ve ne tür görevler üstlendiği yönünde farklı görüşler vardır. Biz en popüler olanı ile başlayacağız. 

Bilinç, geçmişten bu yana filozoflar tarafından açıklanması zor bir kavram olarak görülmüş ve tam olarak tanımı yapılamamıştır. Ancak nörobilimciler bu konuda basit bir tanım yaparak durumu açıklamayı seçmişler. David Eagleman kitabında bilincin insan beyninde aslında büyük bir rolü olmadığını beynimizin birçok işlemi otomatik olarak gerçekleştirdiğini söylemiş. Evrim yolu ile hayatta kalmaya programlanan insan, birçok hareketini bilinç olmadan yerine getirebilmektedir ancak dış dünyada beklenmedik ve otomatik durumu bozacak bir gelişme yaşandığında bu yeni gelişmeye cevap verebilmek için bilincin gerekli olduğunu söylemiştir ki bu insan beyninin esnek yapısının da bir görünümüdür. Bilincin diğer bir görevi ise beynin içinde sürekli yaşanan tezatlık ve çekişme durumunda karar vermemizi sağlaması. (David Eagleman Beyin Domingo yayınları 2016 / syf 108 vd.)

Felsefi olarak üzerine çok durulmuş bu kavramı sadece biyolojinin perspektifinde açıklamakla yetinmeyeceğiz ve ilerleyen sayfalarda kavramsal ve psikolojik incelemeler yapacağız ama önce bir de irade kavramının beynimizde ki görünümü hakkında ki görüşlere bakalım. 

David Eagleman özgür irade konusunda yaptığı açıklamalarını dünya ceza hukuku sistemini de eleştirerek açıklamıştır. Nitekim onun görüşüne göre insanın davranışlarını kendisi değil dışardan gelen etkenler ve evrim sürecinde gelişen beyin üstlenmektedir. Beyin de kendi içinde ki parçaları ve dışardan edindiği sinyaller ile karar almaktadır. Nitekim beynin belli bazı bölgelerinde görülen hasarlar insanların günlük hayattaki eylemleri üzerinde önemli etkilere sebep olabiliyor. (https://www.britannica.com/event/Texas-Tower-shooting-of-1966)

Bu durumda aslında işlenen suçlar ya da yanlış davranışların sebebi büyük ihtimal beyinsel fonksiyonlarımızdaki bozukluklardan ortaya çıkacaktır. Öncelikle kendisine hukuk sisteminin gelişim gösterirken bilimsel gelişmeleri daha çok dikkate alması gerektiği yönü ile katılıyorum. Hukuk sistemi şu anki hali ile de beyinsel fonksiyonların tam çalışıp çalışmadığına göre kişiler arasında ayrım yapmaktadır. Ancak beyninde bir sıkıntı olmamasına rağmen suç işleyen kişiler de elbette ki söz konusu. Peki onları nasıl bir kategoriye koymalıyız? Bu tarz suçların sebepleri toplumsal gelişim, duygusal dalgalanmalar ve başka sebepler ile açıklanabilir ya da nedeni kişinin doğru dururken yanlışı seçtiğini özgür iradeye bağlayabiliriz. Kanımca insanların günlük hayatta yaptıkları seçimleri bilinç olarak yorumlamak yerine özgür irade olarak yorumlayabiliriz. Yukarıda dediğim gibi bu kararlar daha çok birbiri ile çatışan durumlar için beynimizde ki bilinç unsurunun ortaya çıkardığı sonuçlar olarak görülüyor. İnsan beyninin bizim karar verdiğimizi düşündüğümüz zamandan çok önce işlemeye başladığı ve hatta beyne sinyaller gönderilerek bu karar alma sürecine müdahale edilebileceği savunuluyor. (http://content.time.com/time/magazine/article/0,9171,1580438,00.html)

Elbette bunlar belli deneyler ile desteklense de kanıtlanabilmiş iddialar değildir. Henüz insan beyninin çalışma sistemi tam olarak açıklanamamıştır ama güzel bir ilerleme söz konusudur. İrade kavramına bilimsel bir bakış açısı ile baktığımız zaman yine felsefi açıklamalara kıyasla basit bir açıklama ile yetinmiş oluyoruz. Bu konuda daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim ve diğer bir soruya geçeceğim bilinç veya irade bir robota ya da yazılıma aktarılabilir mi?

Günümüzde yetenekli uzmanlar ve gelişmiş teknolojiler bile bir robota insan zekasının bir ya da iki özelliğini kazandırmada zorluklar yaşamaktadır. Gelinen noktada üretilmiş olan yazılımlar ya da robotlar çok fazla enerji harcamalarına rağmen insan zekasına yaklaşamamıştır bile. Bunun nedeni için herkes farklı bir şey söylemektedir. David Eagleman kitabında bunun sebebinin zehnin kendi yapısında olan rekabet unsurunun robotlara aktarılamaması olarak yorumluyor.  (David Eagleman Incognito Domingo yayınları 2013 / syf 109)

Bunun yanında beynimiz farklı nedenlerden ötürü her problem için farklı çözümler getirebilmektedir. Bu çok önemli bir özelliktir nitekim insanlar hayatları boyunca kendilerini farklı alanlarda geliştirebilmişler ve bu konuda kayda değer bir zorluk yaşamamışlardır.

Son zamanlarda insanlar beynimizde zeka ve bilinç gelişiminin doğal yollarla olduğundan yola çıkarak robotlara da benzerini uygulama yoluna gitmişlerdir. İngiltere’de yürütülen bir çalışma kapsamında Icub adlı bir robot tıpkı bir çocuğun ki gibi bir gelişim göstermek üzere eğitime tabi tutuluyor. Öğrenme konusunda büyük ilerlemeler kaydetse bile tam olarak ne yaptığının farkında olduğu söylenemez. (https://www.nationalgeographic.org/article/robot-icub/)

Geçmiş zamandan bu yana yapılan felsefi tartışmalarda robotların sadece belli bilgilere sahip olmasının ona duygusal bir zekâ kazandıramayacağı söylenmiştir. Bu konuda John Sealer’ın Çin odası deneyi hep bir örnek olarak gösterilir. Odadaki kişi karşı tarafa Çince bir şeyler yazıp verebilmesine rağmen aslında ne yaptığının ya da kâğıda ne yazdığının farkında değildir. (https://www.elektrikport.com/teknik-kutuphane/yapay-zeka-ve-cin-odasi-deneyi/12257)

Bu deneye yönelik farklı yorumlar ve argümanlar getirilmiştir. John Sealer’ın kanıtlamaya çalıştığı şey makinenin çalışma şekli ile insan beyninin çalışma şekli arasındaki önemli bir farklılıktı. Bir makineye sarı bir top verdiğinizde ve bunun sarı bir top olduğunu söylediğinizde artık onun ne olduğunu biliyordur ancak varlığının farkına varamamaktadır. Sarının bir renk olduğunu ya da topun yuvarlak olduğunu algılayamamaktadır. 

Gelişmelerin bu kadar yavaş ilerlemesi ilk başta bize şaşırtıcı gibi gelse de beynin çalışma sisteminin karmaşıklığını ve özgünlüğünü dikkate aldığımızda insani özelliklerin yapayının kopyalanmasının neden zor olduğunu anlayabiliriz. Nitekim hala beyinsel fonksiyonlarımız konusunda bilimsel ve felsefi tartışmalar sürmektedir. İnsan zekasının bir benzerini yapmaya çalışırken bilim insanları bir soruya daha takılmışlardır: milyarlarca beyin hücresi nasıl olur da ben olma duygusu gibi bir farkındalığı sağlayabilir?

Gottfried Wilhelm Leibniz, hiçbir zaman bir maddenin zihinsel bir şey üretemeyeceğini iddia etmiştir. Bunu değirmeni örnek verdiği bir düşünce ile açıklamaya çalışmıştır. Değirmenin içine girdiğinizde çalışan bir sistemden başka bir şey görmezsiniz. İşte beynin içine girdiğinizde de çalışan nöronlardan başka bir şey görmeyeceksiniz. Bu tür bir sistem Lebniz’e göre tek başına sevgi, bilinç vb kavramları açıklayamamaktadır. (https://quod.lib.umich.edu/e/ergo/12405314.0001.003/--leibniz-s-mill-argument-against-mechanical-materialism?rgn=main;view=fulltext) O halde nasıl böylesi bir zeka ve bilinç ortaya çıkıyor? Bilim insanları bu soruyu önemli olan asıl noktanın nöronlar arası etkileşim olduğunu söyleyerek açıklamaya çalışıyor. (David Eagleman Beyin, Domingo yayınları 2016 / syf 230) Tıpkı bir makine çalışırken de asıl önemli olan farklı parçaların birbiri ile uyumlu olarak çalışması gibi insan beyninde de mutluluk, bilinç, farkındalık vb kavramlar bileşenlerin kurduğu etkileşim ile açıklanabilir olduğu savunulmuş. 

Bütün bu tartışmalardan yola çıktığımızda kanımızca en azından yakın gelecekte sorumluluk üstlenebilecek düzeyde bilinçli bir makineden söz edebilmek mümkün değil. Peki hukuki ya da toplumsal bir sorumluluk için ne kadar bilinç gerekir? Bir makineye tam bir bilinç kazandıramasak bile ne raddeden sonra onu sorumlu olabilecek düzeyde kabul edebiliriz?