Yedinin Özü

Sonuçta, 7 kadar varsın sen ve 7 ben.


Tam olarak 7 ay, 7 gün ve 7 saat geçmesini bekledim sana yazmak için. Kusura bakma dakika hesabını yapamadım çünkü eminim ki bu kadar 7 zaten gözünü boyayacak. Tabii ki, bu yalnızca senin gözünü boyamak için değil. Sen bu rakama onlarca anlam yüklemişken benim için de ne kadar değerli olduğunu bu şekilde göstermek istedim sana. Eğer bir de Kasım’da yazsam, bütünüyle gösterir miydim sana olan sevgimi? Eski fotoğraflarımıza bakarken ne kadar kör kalabilirim sana ait yeni fotoğraflara? Tahmin bile edemeyeceğin kadar duyusuz kalıyorum, sana ait yeniliklere düştüğümde. Geçenlerde babam “Siz var ya koymayacaktınız o sıfatları insanların isimlerinin önüne, siz kendinizi yaktınız” gibisinden bir söz etti, dilerdim ki benim ağzımdan dökülsün o sözcükler. Fakat pek bir sevdim ben sıfatları, elbette kalıplaşmışları değil fakat sana özel yarattıklarımı. Beylik sözcükleri bir kenara attım eğer senin ismin geçtiyse cümleler içinde. Senden çok uzak bir şehirdeyim, o kadar uzak ki sanki bu dünyanın dışına çıkmışım. “Aheste aheste yürümesene kızım” dedi annem geçenlerde. Fark etmeden yürüyüşüm bile değişmiş, eminim sen hemen fark ederdin bunu. Derdin ki: “Kolun kırıldığından beri bırakamadığın o penguen yürüyüşünü nasıl da bıraktın şimdi” Ben de sana yanıt veremezdim, her zamanki gibi. Hafızam pek iyi değildir benim fakat bir şeyler senin tarafından anlatıldığında unutamıyorum. Bakışların önemini konuştuğumuz geceyi hatırlıyor musun? Gündüzleri susar, geceleri susmak nedir bilmezdik. Her neyse bakışlar diyorduk, parmak izi gibi insana ait olanlar. Sanırım sen gittiğinden beri en çok bakışlar kırdı kalbimi. Anladın mı beni? O kadar kırgınım ki şimdi, içim içime sığmıyor ve ben yalnızca şarkı söylemek istiyorum. Senin geleceğin bir gün olacak mı merak ediyorum. Yalan söylüyorum sana; artık o ana, geleceğe ve diğer tüm zaman dilimlerine bel bağlamıyorum. Bu cümleyi okuduğundaki şaşkınlığını merak ediyorum çünkü geçmiş tutkunu olduğum ezberinde. Güneşin peşinden koştuğumuz günü hatırlıyor musun? Derin bir nefes almam gerek o günü sana anlatmak için. Şehrimizin deniz kıyısında güneş batmak üzereyken yakaladık güneşi, o zaman bile çok korktum. “Ya bir daha asla yakalayamazsak güneşi ” diye geçirdim içimden. Yanlış anlama bak, bunu içinden geçiren şimdiki ben değildi. Hem dedim ya sana, ben artık zamana bel bağlamayacağım. Zamansızca yazmak istiyorum sana ben, hiç okuyamayacak olsan da. Sen kimsin bilmiyorum, ben kimim bilmiyorum. Zamana öyle bir bel bağlamışım ki, geçmiş uğruna yaşayıp varlığımı çiğneyip geçiyorum. İnsan şu anda değilse yoktur aslında. Doğduğum şehre onlarca ay sonra yeniden dönüyorum. Biliyor musun aslında kimse ızdırap içinde doğmazmış, herkes sadece biraz üzgün doğarmış. Ve hikâyem asla yazılmayacakmış benim, ne kadar da korkunç. O aşırılıklar şehrinde hikâyeleri yazılmaya değer onlarca insan varken ben kimmişim? Bilmiyorum ki, kimim ki ben? En son imkansızı düşleyendim. Yalan söylüyorum sana. Kim olduğumu bilmemenin çaresizliği vuruyor bedenime ve ruhuma. “İllaki biri olacaksan anlatayım sana. Yarısı ışıklar altında, diğer yarısı karanlıklar içinde kalan insanlardan hangisi olacaksın? Karar ver ya da çok düşünme gel kura çekelim” diyor kafamın içindeki ses. Kurmaca öyküler ile karanlıklarda kalanları mı yoksa öyküleri birbirinin aynısı olan ışıktakileri mi seçeceğim? Kafamın içindeki sesin anlattığı hiçbir şeye inanmıyorum artık ne karanlıktakiler ne de ışıktakiler. Kafamın içi yalanlar ve beni sömürmeye çalışan saçma sapan ideolojilerle dolmuş. “Karanlıktakiler bağırıyor, karanlıktakiler susmuyor. Senin tekdüzeliğini alan ışıktakiler ve bütünüyle seni alan karanlıklar kalıyor geriye” diyor susmak ne bilmez ses. İkisi de yalan ışıklar da yok karanlıklar da... yalnızca ben varım. Öyle korkuyorum ki. Zamanın varlığı, gece yatağımın altında beni öldürmeyi bekleyen bir canavar gibi. “Şimdi, şimdi” diye yırtınıyorlar. Şimdi klişesi yapılmasına izin veriyorum, tek gerçek şimdi zaten değil mi? Yanlış anlama, elbette klişelerin gerçeklik olduğunu söyleyecek kadar şapşal değilim. Kendimi bulma zırvalığından kaçıp, sadece var olma çabasına gireceğim günlerde yaşayacak kadar umutsuzluğa kapılıyorum. Senin dışına çıkıp 7’yi reddetmeyeceğim çünkü o zaman yokluğun ile kendimi alaylı bir sözün ötesine taşıyamam. Aklımı son kez bir anı kaplıyor, o sesin bulanık zihnimde ağzını bantlamama yardım eden o anı. Hani ziline basıp kaçtığımız bir teyze vardı ya, ölmüş işte o. Yok yani artık, o zamanlar ise hâlâ hafızamda. Bu oldukça tuhaf değil mi? Yokluk, bir şeylere anlam katma sanatı mı sanki? Görüyor musun, nasıl da daha fazla değer kıldık o teyzeye. Çünkü o vardı ve şimdi yok, bundan ibaretiz işte ve yok olduğunda birkaç günlük bir değer yaşayacaksın o kadar. O yüzden pek de önemi yok kim olduğunun, senin için yarattığım sıfatlar dışındakilerin bir önemi yok. Sonuçta, 7 kadar varsın sen ve 7 ben.