Yeni Baştan Doğmak: "Soul" Film Yorumu

Samimi anlatımıyla sizi sarıp sarmalayacak, masmavi bir umut gibi hayatınıza dolacak kültleşmiş animasyon filmlerinden Soul'u yorumluyorum.

Filmde, 22 adıyla tanınan bir ruhun Joe Gardner isimli bir caz müzisyeniyle, doğmamış ruhların aleminde tanışması neticesinde yaşanan olaylar silsilesi ele alınıyor. 22, dünyaya gelmek istemeyen ve bir amacı olduğuna inanmayan bir ruh biçiminde karşımıza çıkıyor. Dünyaya doğduğunda hayatın bir şekilde rutine dönmesinden, fırsatları kaçırma endişesinden, amacını bulamayacağına veya gerçekleştiremeyeceğine körü körüne inanan, bu yüzden risk almak istemeyen bir varlık. Joe ise, hayattaki tek arzusunun caz müzisyeni olmaktan geçtiğine inanan ve tüm benliğini bunu gerçekleştirmeye adamış bir müzik öğretmeni. Tam da bu arzusunu gerçekleştirecekken, başına gelen talihsiz bir durum sonucunda komaya girdiğini öğrenen ve panik yaparak kendini yanlış ruhlar aleminde bulan karakterimizin bir şekilde geri dönebilmek için çabaladığı esnada, şans eseri 22’nin de yanında yer almasıyla yanlış bedenlere dahil olarak dünyaya gelmelerini izliyoruz. Film boyunca, hayatı yaşamanın esasında neyi ifade ettiğini keşfetmelerine şahit oluyoruz. Girip çıktığı mekanlar, sohbet ettiği insanlar ve tanık olduğu olaylar ile 22'nin, içinden geldiği gibi yaşadığına, gökyüzünün ve doğanın sonsuz ilhamına kendini kaptırdığına, soluduğu havayı içine çekerken bile hayattan yakaladığı renkli notalara seyirci olurken; yaşamın bu denli ufak ayrıntılarda saklı olduğunu fark eden bir tek biz olmuyoruz.

Diğer tarafta Joe'yu, insanın kendini gerçekleştirmesi yolunda, maddi açıdan tek bir amaca sahip olması gerektiğini vurgulayan ve öğretmenliği süresince de tam anlamıyla memnun olmayı başaramayan, onun yerine aklını caz müzisyenliğiyle meşgul edip duran ve andan keyif alamayan biri olarak görüyoruz. Yalnızca zihninde dönüp duranlara odaklanıp hayatı kaçırdığını, hep bir koşuşturma içinde olduğundan etrafındaki mucizelerin farkına varamadığını izlerken; 22'nin dünyaya doğmak için hazır olmasında yatan sebepleri de reddettiğini görüyoruz. Rüzgarı teninde hissetmenin, sevdiklerinle vakit geçirmenin, sıcak bir kucaklaşmasının, pizzanın ağızda eriyen lezzetinin, göğün maviliği-doğanın yeşilliğinin, fonda çalan bir müzik parçasının, yeni tanışmaların, güneşin doğuşunun, gülümseyen bir merhabanın, dilediğince yürümenin ve dans etmenin... yaşamaya dair bir amaç ifade etmediğini, son derece olağan hadiselerden bir farkının olmadığını söylüyor. Ancak sonra, her birinin göründüğünün ötesinde, daha büyük anlamlara işaret ettiğini anlıyor ve yaşanılan her anın kıymetli olduğunu kavrıyor. Aslında maddiyatın her şey olmadığını, yaşadığını hissetmek veya bir şeyler yaptığını çevresine kanıtlamak için özellikle somut bir icraatta bulunmasının gerekli olmadığını öğreniyor. "Yaşamın bedende değil de ruhta saklı olduğuna" dair bir öğreti telkin ediyor. Hayatın içinde kımıldanan ve tükenmek bilmeyen notaları, renkleri, coşkuyu, mucizeleri ve daha nicesini kucaklamanın önemine değiniyor.