Yenilikleri Kucaklamak Neden Zordur?
Neden bu kadar zorlanırız?
Küçükken, annemle birlikte saçımı kestirmeye gittiğimde içimde hep garip bir huzursuzluk olurdu. Saçım uzun ya da kısa olsun, fark etmez, bir şekilde daha da kısalacağını düşünmek beni üzerdi. Onları bir parçam olarak görürdüm, sanki hiç kestirmemem gerekiyormuş gibi hissederdim. Ne zaman kuaföre gitsem, saçımın istediğim gibi olmayacağını düşünmekse beni iyice endişelendirirdi.
Sonra büyüdüm. Bir şeyleri kaybetmenin aslında o kadar da kötü olmadığını öğrendim. Hayatımızdan çıkardığımız her şey, aslında bizim için yeni bir başlangıca atılan bir adımı simgeliyordu ve büyüdükçe bu düzenin daha “doğru” olduğunu fark ettim. Saçlarımı kestirmek benim için sorun olmamaya başladı, çünkü geri uzayacaklarını biliyordum ve kestirmenin benim için daha iyi olacağını anlamıştım. Saçları kısaltmak, onlardan tamamen ayrılmak demek değildi. Görünüşün o an istediğimiz gibi olmaması da bir daha hiç güzel olmayacağı anlamına gelmiyordu.
Benzer şekilde, küçükken çok sevdiğim bir elbisem vardı. Bembeyaz, tüllerle kaplı, oldukça rahat, beni prenses gibi hissettiren ışıl ışıl bir elbiseydi. Bütün düğünlerde, özel günlerde ya da kendimi çok iyi hissettiğim günlerde o elbiseyi giyerdim. Başka elbiselerim de vardı elbette, ama hiçbiri onun yerini dolduramazdı. Ergenliğe girdiğimde elbise bana küçük gelmeye başladı. Hem boyum uzamıştı hem de eskisi kadar zayıf değildim artık. Başta elbiseyi ihtiyacı olan birine vermemek için çok direndim, ağladım, anneme çok dil döktüm. Ama günün sonunda elbise evden gittiğinde artık yapacak bir şey kalmadığını fark ettim. Bir hafta boyunca üzüldüm, ancak bir şekilde buna da alışmak zorundaydım ve öyle de oldu.
Şimdi geriye baktığımda, bir şeylerden kopmanın ne kadar doğal olduğunu bir kez daha anlıyorum. O an sahip olduğumuz hiçbir şey aslında “tamamen bizim değil.” Kıyafetlerimiz, eşyalarımız, duygularımız, anılarımız ya da hayatımızdaki insanlar… Her şey gelip geçici, her şey tüketime dayalı ve bitmeye mahkum. O zaman neden bu kadar sahiplenici davranıyoruz? Paylaşmak, insanlarla bu “geçici” nesneleri ortak kullanmak neden bu kadar zor?
Belki de aidiyet duygusunu yanlış bir şekilde yaşıyoruz. Yaşamamız gereken ana olaydan kopup, onun yerine yan konulara odaklanıyoruz. Doğduğumuz andan itibaren “ben” olmayı, “ben” olarak ilgi çekmeyi ve bir şeylere sahip olmayı öğreniyoruz. “Biz” diye hitap ettiğimiz çok az eşya var. Benim odam, benim bilgisayarım, benim yatağım vs. Onların aslında bizim olmadığını kabul etmek istemiyoruz. Çünkü kabul edersek, eşyaya duyduğumuz bağlılık hissi azalacak ve bizi biz yapan temel faktör ortadan kalkacak. Bu durumda, her şeye karşı bir yabancılaşma başlayacak ve kişisel tatmin duygusu yaşamak zorlaşacak.
Peki, yenilikten korkmak? Bunun hiçbir etkisi yok mu? Elbette var. Bir şeylere alıştıktan sonra, günlük rutinlerimizi benzer olgularla oluşturmak kolayımıza geliyor. Her gün farklı bir yere gitmek yerine, aynı yere gitmek tanıdık ve güvenli hissettiriyor. Benzer şekilde, tanıdığımız insanlarla buluşmak, kendimizi iyi hissettiren kıyafetleri giymek, rutinlerimizdeki aktiviteleri tekrar etmek huzurlu hissettiriyor. Ama kaçırdığımız bir şey var: Ya yeni gideceğimiz bir yer hayatımızdaki en güzel deneyimlere kapı açacaksa? Ya da bir gün giyeceğimiz farklı bir kıyafet bize şans getirip yeni olasılıklar sunacaksa?
Bu hayatta bir şeyleri denemek o kadar da zor olmamalı. Evet, her şey istediğimiz gibi olmayabilir, ama en azından denemiş olmak bile insana huzur vermez mi? Dünyada bu kadar çok olasılık varken, sadece bir taneyi değil, birkaçını deneyimlemiş olmak, insanı daha gelişmiş hissettirmez mi?
Hala bir şeyleri deneme gücümüz varken, yenilikleri kucaklayacak sabrımız ve merakımız varken, hayatımızda güzel değişiklikler yapmak bize zarar vermez. Tam tersine, yeni bir bakış açısına sahip olmamızı sağlar. Belki arada küçük tatminsizlikler de yaşarız, ama en azından neyi isteyip neyi istemediğimizi bilmemiz açısından belirleyici nedenler ediniriz.