Zıt Kavramlara Bağlı Düşünmek
Kavramlara sıkışmadan, hayatın gri tonlarını görerek düşünmek; fanatizmden uzak, tarafsız ve çözüm odaklı bir bakış açısı sunar.
Dil; insanlar için sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir düşünce aracıdır. Her dil sahip olduğu farklı ve kimi zaman kendine has kavramlarla birlikte özgün birer düşünce yoludur. İnsanlar kendi içlerinde düşünürken aslında bir nevi kendileriyle konuşurlar. Bu sebeplerden ötürü zaten her dil bir insandır gibi sözler söylenir, aslında oldukça da doğrudur. Öğrendiğimiz her dil daha çok kavramı zihnimize almamız anlamına gelir, dolayısıyla daha detaylı ve çok yönlü düşünme şansına sahip oluruz. Diğer bir deyişle; daha fazla deneyimi, duyguyu ve materyali isimlendirebilme ve kafamızda daha canlı bir şekilde oluşturabilme yeteneği ediniriz. Ancak bana kalırsa her zaman dar kavramlar üzerinden düşünmek pek de iyi bir yol değildir. Daha doğrusu, her şeyi daha önce ayırdığımız sadece iki zıt iki kavram üzerinden tartıp ikisinden birine yapıştırmak da diyebiliriz. Bu düşünce sistemi hayatın işleyişinden uzak olduğu için çoğu zaman insanları doğru cevaplara götürmeyecektir.
Doktrinize Edilmiş Bir Düşünce Yapısı
Her ne kadar bu konu oldukça subjektif ve kişiden kişiye değişen bir durum olsa da, kendi gözlemlerimden yola çıkarak bu kavramlara bağımlı şekilde düşünme yapımızın bize küçüklükten itibaren istemsizce dayatıldığını düşünüyorum. Özellikle de okullardaki ezber üzerine kurulu eğitim sistemi, tamamen kavramlar üzerine ilerleyen ve özgür düşünceyi hiçe sayan yöntemlerle birlikte küçük yaştan itibaren tarafsız, etiketsiz ve rasyonel düşünmemizin önü kesiliyor. Aynı zamanda sosyal yaşantımızdaki günlük konuşmalarda da çoğu zaman her şeyin iyi-kötü olarak ayrılmasına ve hep zıtlıklar üzerinden ilerlenmesine tanık oluyoruz. Oysa zıtlıklar, çoğu zaman bizim yarattığımız ve olayları basit bir şekilde ele almak için edindiğimiz şeyler.
Bu düşünce yapısından çıkmanın bireyi aynı zamanda herhangi bir türdeki fanatizmden de uzaklaştıracağını söylemek mümkün. Olayları daha tarafsız, etiketlemeden ele almaya başladığımızda adeta her şeye kuş bakışı bakmaya başlayacağımızdan, duygusal bir perspektife bürünmeden çözüm odaklı bir yol izlemek daha kolay olacaktır. Bu hem toplumsal hem de bireysel meseleler için oldukça etkili bir yöntemdir.
Siyah ve Beyaz
Konuştuğumuz şeylere verilebilecek en iyi örnek etik konusunda olabilir. İnsanların davranışlarını, düşüncelerini ya da kişiliklerini her zaman siyah ve beyaz olarak görürüz. Oysa ki çok ekstrem örnekler var olmadığı sürece çoğu zaman salt bir doğrudan ya da yanlıştan bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla bence iki kutuplu düşünce sistemi insanlara karşı oldukça duygusal ve bir o kadar da işlevsiz yaklaşımı da beraberinde getirir. Bunu birçok farklı örnekte görmek mümkün, örneğin bazı doğru saydığımız davranışlar her yerde ya da her zaman doğru değildir. Daha önce de söylediğimiz gibi, iki kutuplu düşünmek bu yüzden hayatın dinamiklerine oldukça aykırıdır.
Hayatta çok fazla uç örnekler olmasına rağmen, hayatın kendisi çoğu zaman gridir. Varlığı şucu, bucu, şöyle, böyle, siyah, beyaz olarak etiketlemek hem sürekli değişim halinde olan evrenin prensiplerini gözlemlemeyi zorlaştırır, hem de çoğu zaman aynı değişimden ötürü yanlış yargılara götürür. Bu yüzden belki de elimizden geldiğince kavramları bir kenara bırakıp özü görmeye çalışmalı, yargıdan uzak ve mantık çerçevesinde yaklaşımlar benimsemeliyiz. Bunu söylerken olabildiğince soyut olmaya çalışıyorum, çünkü bu prensibin hayatın her alanında geçerli olduğunu düşünüyorum. Eğer bunu somutlaştırmak gerekirse, Yin-yang sembolüne hepimiz aşinayızdır. Buradan yola çıkarak siyahın içinde beyazın, beyazın içinde siyahın olduğunu ve her zaman süregelen bir döngünün olduğunu unutmamak gerekir.