Aylaklık Da Bir İştir

"Yaşamak buymuş ve yaşamak bir sanatmış’’ aslında. İnce ince dokuduğun eserin, herkesin anlayamadığı, sana özel, senin için ve sana rağmen.

Hafta içinin iş yorgunluğunu atmak için cumartesi günü geç kalkmak mübahtı ancak güneşin doğarkenki kızıllığı perdeye vurur vurmaz Ahmet gözlerini açtı. Kendisi işsiz olduğu için geç uyanmasına gerek de yoktu çünkü. Tavanı izleme seromonisi ile uzun uzun düşündü. Bugün, dünya için küçük ama kendisi için büyük hangi işi yapmalıydı? Hızlıca üstündeki pikeyi ayağıyla paçavra misali attı ve kainata haykırdı:

-Aylaklıııık!

Pikenin akıbeti bilindiği üzere, bir dahaki yatışa kadar yerde dans.

Devasa mutfağa girdi. Devasa dedim, çünkü tezgahın üzerinde birikip dağ olmuş bulaşıklar bir ihtişam kaynağıydı. Buzdolabını açtı: ‘’Bu ne hoş karşılama sayın buzdolabı. Harika görünüyorsun. Boş ve temiz’’.

Üstüne bir tişört geçirdi. Alt eşofmanı ise henüz diz yapmadığı için aylaklık için uygundu. Ayakkabıları eşiğe önce fırlattı sonra giydi ve apartmanda asansör olmadığı için bir kez daha büyük hüzüne kapıldı. Merdivenleri ikişer iner gibi yapıp tek tek yaylanarak inmek suretiyle harekete geçti. Merdivenleri bitirip binanın girişine varması uzun sürmedi çünkü zaten giriş katta oturuyordu.

Binanın kapısını açtı. Dimdik durdu. Kollarını iki yana açıp sabahın ilk saatlerine ait temiz havayı ciğerlerine doldurmak istedi. Bu işlem için tam hazırdı ki mahallenin abisi Tayfun, kırmızı kamyonuyla arkadan dumanını tüttüre tüttüre Ahmet'in önünden geçti. Egzoz dumanı içinde kalan Ahmet, Tayfun abinin arkasından:

-Tayfun abiii, neden abi? Neden? Bi' zabah da izin versen mi abi havayı içime çekeyim. Gerçekten abi, biraz düşün, az düşün ya, şu kadar düşün. Huzur içinde bir sabaha başlamayı istemek bu kadar zor olmamalı ya, lütfen! 

Ahmet sözünü bitirene kadar Tayfun abi çoktan köşeyi döndü. Bu hesaplaşma, her sabah olduğu gibi bu sabah da akşama kaldı. Yılın artistliğini yaptığını düşünüp büyük bir havayla ellerine cebine koyup sokağın sağ tarafına doğru yürümeye başladı. Mahalle bakkalında kendisini park etti. Karnını doyurmak için mükemmel bir adresti.

-Hayırlı sabahlar Mahmut abi. 

-Hayırlı sabahlar Ahmet. Çek bir tabure gel otur karşıma. 

Ahmet çektiği tabureye otururken Mahmut devam etti. 

-Yine erkencisin. 

-Evet abi. Erken uyanmak benim için bir yaşam tarzı oldu. Seviyorum o gökyüzünde ki kızıl geçişleri. Beni huzura davet ediyor adeta. Sabahın taze serinliğinde hazırlanıp dışarı çıkmayı, temiz havayı içime çekmeyi, sonra seni selamlamayı seviyorum be abi. Sırf bunun için bile erken kalkarım, güneş müneş bahane. Yalnız çay içmene gönlüm razı olmuyor.

Ahmet tüm bunları kendinden emin ve bir edebi kişilikmişçesine tek nefeste söyledi. Son cümlesine kadar. 

-Hadi be oradan Ahmet.. Seni tanımasak 

Dedi ve bir kahkaha patlattı 

-Son cümleye kadar iyi gelmiştim aslında, o son göz kaçırmamdan mı şeyaptın abi, kaçırmasaydım, inandırıcılık… Hiç mi olmadı abi, hazırlığını yapmıştım oysa.

Mahmut abi kaşlarını yukarı kaldırarak ve biraz da muzip tatlı bir gülümsemeyle ‘’Olmadı Ahmet’’ dedi.

-Tamam abi doğrusu şu. Ben uyuyamıyorum abi. Uyuyamıyorum. Özel olarak değil, genel olarak uyuyamıyorum. İşsizlik beynimi kemiriyor. Acayip tatlı adamım. Her işi yaparım. Sorumluluk sahibiyim. Dürüstüm. Kötü alışkanlığım yok, pikeyi ayağımla itmem dışında. Nasıl masum, nasıl tatlı bir adamım. Niye bana iş yok abi? 

-Cümlelerinde sorumluluk kelimesi mi duydum bana mı öyle geldi Ahmet. 

-Sorumluluk sahibiyim dedim abi. 

-Oğlum son işinden niye atıldın? 

-Niye atıldım abi? 

-Adrese yollanan pizzaları, yolda acıktığın için yedin ya evladım. Bir de yüzsüz gibi iki dilim eksik teslim ettin adrese. 

-Abi ben onu unutmuşum, iyi oldu hatırlattın. Dünyanın harbi çivisi çıkmış. Ayıp denen bir şey var. 

-Hah işte ben de onu diyorum, ilk kez haklısın. Büyük ayıp ettin. O yüzden sorumluluk deme lütfen. 

-Yok abi ya ben değil, adreste ki o adam ayıp etti. Nedir yani acıkmışız, insan evladıyız, olamaz mı? Güneşin altında çalışıyoruz. Motor sürmek ne kadar zor ayrıca, o adamın bundan haberi var mı acaba? İki dilim yemişiz, ne çok problem etti ya. Hayretteyim hala hayretteyim. O gün de hayretteydim. Bugün şu an şu dakika şu şeklimde de hayretim. 

-Tövbe estağfurullah, oğlum sen bu kafayla gidersen daha çoook işsiz kalırsın haberin olsun. 

-Böyle işsiz kalacaksam, gururumla onurumla, ben olduğum için kalayım abi. Ben bir iş için kendimi bozamam. 

Mahmut abi Allah Allah dercesine ayağa kalktı, sözlerin bittiği çaresizliğin başladığı bir takım hal hareketle kendini anlatmaya çalıştı. Tüm bunları yaparken yüzü hala ton ton hala tatlıydı. ‘’Devam et evladım.’' diyebildi son nefesini verir gibi. 

-‘'Sağol abi, desteğin benim için çok önemliydi.’’ dedi Ahmet'de. 

Mahmut abi bir kahkaha daha patlattı. 

-Açsın değil mi? 

-Aç değilim aslında, bu saatlerde bir şey yemeyi tercih etmiyorum ama senin peynirinin, zeytinin, ekmeğinin, reçelinin tadı başka Mahmut abim. Yersem zevkine yerim. Aslaaa ama aslaaa aç olduğum için değil, bunu öncelikle bilmeni isterim.

Gülerek,

-Tamam evladım tamam, anladım ben. Donatırım şimdi sehpayı.

-Nasıl tatlı adamsın Mahmut abim, ne güzel anlıyorsun öyle.

Mahmut abi içeride hazırlık yaparken, Ahmet karnının doyacağı için mutluydu. Mutluluk balonları Ahmeti sarmışken yanına gelen mahalle arkadaşından sonra hepsi büyük bir gürültüyle patladı. 

Kerim. O bir muhasebeci. Ahmet'in ondan uzak durmasının nedeni, bir muhasebeci nasıl olur da aynı zamanda bir hukukçu, aynı zamanda bir ekonomist, aynı zamanda bir ziraatçı, aynı zamanda bir edebiyatçı, aynı zamanda bir… Aynı zamanda bir… Hah aynı zamanda bir devlet adamı… "Tüm mesleklere ait bilgim var, ne konu olursa olsun mutlaka ama mutlaka fikir sunarım ve asla yanılmam" düsturuna and içmiş iman etmiş bir adam. 

-Naber Ahmet nasılsın? Erkencisin, hayırdır?

-‘'Hamdolsun iyiyim Kerim. Erken kalkmak benim için bir yaşam tarzı oldu. Gökyüzündeki… ‘’ derken Mahmut abiyle göz göze geldi ve yüzündeki gülüşü yakaladı. 

-Boşver ya öyle işte, erken uyanasım geldi, gelmiş birden. Öyle de oldu. Sen nasılsın? Naptın? Nasıl gidiyor iş, güç, hayat?

-Güzel gidiyor. Hayalimdeki mesleği yapıyorum. Muhasebecilik bir sanat. Hayata dair her şeyi içinde barındıran bir meslek. 

Kerim sözüne devam edecekti ki Ahmet birden ayağa kalktı. Mahmut abi:

-Noldu evladım hayırdır?

-''Abi benim çok önemli bir işim vardı, ben onu unuttum. Ben de diyordum bugün Allah tarafından niye erken uyandırıldım. Bunu düşünürken aklıma geldi şimdi. Sağol Mahmut abi sofra için, yemek nasip olmadı ama olsun, sağol yine de. Kerim görüşürüz kendine iyi bak, sanatında başarılar.'' dedi ve hızlıca oradan uzaklaştı.

-Kafayı yemiş ya, sanat diyor adama bak. Sanat görmesek, hıh. Sanat görmesek mi? Ben sanat göreyim bugün. Cumartesi günü sanat nerede görülür, bir düşüneyim. Ama önce karnımı doyurmam lazım.

Meydana kadar bu düşüncelerle indi. Kuşlar, Ahmet, simitçi amca ve meydanda birtakım hazırlık yapan insanlar. Kurulmaya çalışılan çadırlar, tezgahlar... Büyük bir pankartta yazan yazı, ‘’1.Geleneksel Bilecik Günleri’’. Küçük bir pankartta da, ‘’Bilecik ilinin meşhur tatları ikramımızdır.’’

-Bilecik mi?

-Bana mı dedin delikanlı?

Ahmet irkildi. Simitçi amcanın yanında durduğunu farketmedi.

-Yok amca sana demedim de, demiş olayım madem yan yanayız. Bileciğin nesi meşhur bilir misin amca?

-Dağ Eriği, Ekşili Kesme Çorbası, Bıldırcın Kebabı, Nohutlu Mantısı

-Vallaha mı? Bilecikli misin amca maşallah düşünmeden cevap verdin?

-Yok evladım, genel kültürüm iyi benim.

-Maşallah, güzel sevdim. Gayet iştah açıcı bir menü de benim aklıma takıldı. 1.Geleneksel diyor ya. Gelenekselse neden birinci. Bir şey yapılır yapılır mesela, geleneksel kendisi olmaz mı? Daha birken, geleneksel nasıl oluyor?

Simitçi amca Ahmet'e bakıp kafasını simitlerini düzenlemek üzere tezgahına indirdi. Ahmet yanıtın gelmeyeceğini anladı. Sohbeti ilerletip bir simit kaparım tezi de böylece çürümüş oldu. Ellerini cebine koyup yürümeye devam etti. Menü güzeldi ama tatma işini sanat yapıp döndükten sonraya bıraktı.

-Sanat nasıl yapılııır? Nasıl yapılır? Yoldan geçenlere mi sorsam? Yoo buldum. Kendim buldum ya. O kadar düşündük tabii buldum. 

Bilmiş bilmiş güldü. Bulduğu sanat icraatini sinemanın önüne geldiğinde anlamış olduk biz de. Bilet alırken, gişede ki çalışana:

-Film de bir sanattır sonuçta değil mi? Bana en yakın seanstaki filme bilet keser misiniz? Sanat yapacağım.

-Bu soru sanki bir şehirden bir şehire gitmek üzere aceleniz olduğu için en yakın saatteki bileti istiyormuşsunuz gibi oldu. Film önemli değil, saat mi önemli? Çok yoğunsunuz sanırım.

-Yoo yoğun değilim. Son paramı buraya harcayıp. 1.Geleneksel Bilecik Günleri'ndeki tadımlıklar bitmeden gidip karnımı doyurmam lazım.

-Anladım beyefendi. O halde 5 dakika sonraki filme kesiyorum biletinizi.

-‘'Teşekkür ederim sevgili gişe memuru.’’ Gişe memuru kısmını içine doğru konuşur gibi yaptı. Biletleri aldı. Salona girdi. Koltuğa yerleşti. 

Her şey güzel gidiyor diye aklından geçirirken bir grup ergen tiplerin kendine doğru yaklaştığını gördü. Korku-gerilim türünde olan bu yaklaşma ve gittikçe aralarında azalan mesafe o grubun kendisinin arka koltuğuna yerleşeceği fikrini netleştirmiş oldu. Her şey güzel gidiyor düşüncesinin tehlikeli olduğunu bildiği halde her defasında aynı hataya düşmesi Ahmet'i yine üzdü.

Film başlar başlamaz arkadan gelen haşır huşur, kıtır kutur, pıst gibi sesler girdikleri bir kara delik gibiydi adeta. Hiç bitmeyecekti. Film de zaten sarmadı. Ahmet salonu terk etmek istedi ama son parasını buraya verdiği için çıkmayı gözü yemedi, ‘’Hayır sonuna kadar gitmeliyim.’’

Film bitti, yazılar akmaya başladığı an koşar adım çıktı salondan.

-Arkadaş sanat adamı mutlu ederdi hani? Mutsuzdum, mutsuz çıktım. Son paramı buraya verdiğim için iki kat mutsuzum şu an.

Motivasyonunu toparlayacak şey 1.Geleneksel Bilecik Günleri’ydi. Bunun farkındaydı. O yüzden tipik bir gülümsemeyle yola koyuldu. Ve işte beklenen an. Ahmet'in midesinde büyük bir bayram havası.

Aldı eline tabağı hazır olan tezgahın başından başladı. Tadımlık olduğu için her birinden birer kaşık konulduğunu fark ettiği an, midesinde ki bayram anlık durdu. Kafasının içinde bir takım doğa olayları gerçekleşti. Çığ düşmesi gibi ama dışarıya bunu yansıtmadı. Gayet tatlı bir memnuniyet ifadesi ile tabağındakilere razı olup, ‘’bunu bulamayanlarda var’’ klişesi ile tabağı saniyeler içerisinde bitirdi. Karnının doyma seviyesi yarım olduğu için son parasını sinema bileti kesen gişedeki çalışana doğru uzattığı sahne belirdi aklında. Mutsuzluk seviyesi üçe katladı.

-Sanatın canı cehenneme! 

Ne vurucu laf!

Kenardaki simitçiye elini kaldırarak selam verdi ve eller yine olması gerektiği yere, cebine girdi. Ahmet'in gün için ayırdığı Aylaklık kararı tüm hızıyla devam ediyordu. Meydandan aşağı doğru kimseyle tek kelime etmeden yürüdü. Bu mesafede tek yaptığı eylem yürümek değildi tabi ki. Aynı zamanda düşündü de. Düşündü yürüdü, yürüdü düşündü. Ve durdu… Ayaklarının onu ulaştırdığı yer bir ağacın dibindeki bank. 

-‘’Yine mi?’’ dedi memnuniyetsizce.

-Ben niye yürürken düşündüğüm ya da düşünürken yürüdüğüm yol sonrası kendimi burada buluyorum, neden? Hoşnutsuzum bu durumdan, ama bunu bile bile yine buradayım. Ne güzel! Aman ne güzel!


Ahmet yalnızmışçasına bu sözleri sarf etmiş olabilir ancak ortam tam olarak öyle değildi. Solda bir tostçu ve etrafındaki minik taburelere yerleşmiş müşterileri vardı.

Ahmet ; "Yapacak bir şey yok, geldik yine o kadar." dedi ve banktaki yerini aldı. 

Burası bir durma, susma, nefes alma, sığınma, hesaplaşma, kendisiyle ve geçmişiyle pazarlık yapma, sorma, sorgulama ama çoğunlukla sonuca varamama yeriydi. Çünkü sonuca varabilmesi için tüm olan bitenin kendi iradesiyle olması gerekirdi. İçinde yaşaması için ona sunulan hayatın tanımı; tam olarak elleriyle dokunamadığı, sözleriyle değişmediği, yitenin geri gelmediği, çok renkli ama sanki sadece hayalden ibaretmiş gibi geçen birkaç yılın varlığı, dünden ya da yarından ziyade sadece gününü değerlendirdiği bir yer. Yol boyu düşündüğü her şey oturduğu bu yerde kucağına düşmüştü artık. Susarak konuşma vaktiydi. Evirdi çevirdi. Koydu çıkardı. Doldurdu boşalttı. Sonra kafasını kaldırdı. Bir sonuca mı vardı yoksa? Bu sefer oldu mu?


Aylaklık da bir iştir. Hem de öğrenmek için uzun zaman isteyen bir iş. Bir çok aşaması olan, her gelenin kabul edilmediği bir iş. Hayat çarpar, sana "hazır mısın?" diye sormaz. Beklemez. Ertelemez. "Kabul etmiyorum” seçeneği yoktur. Önce inkar edersin, sonra anlamazlıktan gelirsin. Bir yerde hayatta kalmak için kabul ve devam edersin. Zamanın, havanın, gökyüzünün, insanın, lisanın, mekanın kıymetini yaşayamayanlar için bilmeyi öğrenirsin. Sonra zaman devirmesin diye sen evrilirsin. En son kendine uzaktan şöyle bir bakarsın ve dersin ki, "Yaşamak buymuş ve yaşamak bir sanatmış’’ aslında. İnce ince dokuduğun eserin, herkesin anlayamadığı, sana özel, senin için ve sana rağmen.