Çocukluğumun Soğuk Geceleri Üzerine : Bölüm 1
Güzellikler kazanıyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı.
Kitap, Tezer Özlü’nün otobiyografisi sayılabilecek bir eser. Bunu es geçmeden yorumlamalıyız okuduklarımızı. Otobiyografik izler taşıdığını hem Tezer Özlü’nün hayat deneyimleri; bipolar bozukluktan mustarip, intihara teşebbüs etmiş, elektroşoklara maruz kalmış olmasından hem de kız kardeşi Sezer Duru’nun anlatımlarından biliyoruz. Kitaptaki karakterlerden Süm de aslında kız kardeşi Sezer Duru’dur.
Psikoloji ve edebiyat arasındaki ilişki, ikili bir bağla örülmüştür. İnsan ruhu edebiyatı yaratırken, edebiyat da insan ruhunu besler. Ruhsal algılar hem bireyin iç dünyasına hem de doğal ve toplumsal yaşama dair gözlemlerine yansır ve bu gözlemler edebi eserlerin zeminini oluşturur. Edebiyat ise bu ruhsal perspektifleri anlamlandırmak için hayatın çıplak gerçekliğini hesaba katar. Bu bağlamda, edebiyat ruhun ifade biçimi, psikoloji ise ruhun bizzat kendisidir.
Tezer Özlü, Çocukluğumun Soğuk Geceleri adlı kitabında bize bir edebi şölen yaşatmasının yanı sıra varoluşçuluk ve psikoloji gibi farklı dallarda okuma yapma imkânı da sunuyor. Edebiyat ve psikoloji arasında kopmayacak bir bağ vardır zaten. Edebiyat insan ruhunun ifade biçimidir; psikoloji ise ruhun ta kendisi. Ruhun algıları, bakış açısı, kendini yansıtma şekli edebi eser yaratımında yadsınamaz bir rol oynar. Ruhunu ortaya koyar belki de tüm çıplaklığıyla kelimelerine dökersin. Özlü’nün anlatımı hem bireyin ruhsal çekişmesini hem de toplumla kurduğu çatışmalı ilişkiyi gözler önüne serer. Kimi zaman iç monologlarla, kimi zaman bilinç akışıyla bu derinlik okuyucuya da sirayet eder.
Tezer Özlü’nün dünyayı algılayış biçimi ise oldukça karmaşık. Bir yandan çok hayat dolu, yaşamı ve yaşamın her inceliğini çok seviyor. Doğadaki, gezdiği gördüğü yerlerdeki ayrıntıları çok iyi yakalıyor. Hayatı ayrıntılarıyla seviyor. Manzaraları, çiçekleri, ağaçları, mevsimleri, eski güzel evleri ruhuyla görüyor. Ancak yaşam sevgisi zaman zaman derin bir hüzünle gölgeleniyor. Bir yerlerde gizlenmiş olan bulanık bir hüzün var. Yer yer kafasını karıştıran ve farkına varmadan onu fırtınalı sulara sürükleyen cinsten bir akıntı zihnini bulandırıyor.
Bipolar bozukluğun etkilerini iç monologlarında sık sık görüyoruz. Daha yaşamının ilk yıllarında hayatı çözmeye başlarken ailesinde gördüğü sevgisizlik yolun başında yaralı bir kalp yaratıyor. Ne de olsa ruhun kalıcı sevgiyi mi yoksa bir yara izini mi taşıyacağını ilk olarak aile belirler. Anne babasının birbirine sevgisizliğini net bir şekilde farkına varan karakterimizin aile ve sevgi bağlarına inancı pamuk ipliğine bağlı kalıyor böylece. Kendine karşı ilgisizliklerinin de bilincinde tabii ki.
Sevgisizliği keşfeden bir çocuk olarak, babası ve annesi arasındaki ilişki, evlilikle ilgili ilk kopukluğu yaratıyor belki de zihninde. “Hiçbir sıcaklık, hiçbir sevgisi yok gibi” diyerek anlatıyor hissettiği eksikliği ve “Bütün burjuvalar gibi, sorumlulukların zorunluluğu ile bağlılar birbirlerine. Her gece öylesine sevgisiz ki.” ifadesiyle bizlere, evliliği nasıl anlamlandırdığını anlatmış oluyor.
Sırça Fanus’ta karşılaştığımız ayrılıkçı benlik kavramı ve anneyle çatışmalara burada da rastlıyorum. İsterseniz okuyabilirsiniz. Sırça Fanus’taki anne-kız ilişkisi psikolojik bir makale tezine dayanıyordu. “Çocukluğumu Soğuk Geceleri’nde ise yine makaleden yola çıksam da olguları sadece kendi düşüncelerim ve çıkarımlarımla bağdaştırıyorum. Kitabın daha başında babasının evdeki sert askeri düzeninden büyük bir rahatsızlıkla bahsederken, annesine hissettiği güveni şu sözlerle anlatıyor: “Geceleri anneme sokulunca hem soğuktan korunuyorum hem de yalnızlıktan.” İntihar girişiminden sonra da yine SIrça Fanus'taki benzer bir detay aklıma geliyor. Ana karnındaki gibi hissetme. Ana karnına geri dönüş benzetmesi, bir karanlık ve boşluk ama aynı zamanda güven ve huzur ilişkisi...
Yaşamı boyunca bulunduğu yerlerde aidiyeti pek hissedebilmiş biri değil. Sık sık yer değiştirmiş. Çocukluğunda başlıyor bu değişim; önce çok sevdiği ama aynı zamanda çetin zorluklarından fazlaca yıprandığı taşradan, kasabaya taşınıyorlar. Bir zamanlar hayali olan ve “bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım” diye hayal kurduğu o büyük şehirler için aslında bir yandan çok heyecanlı ve mutluyken diğer yandan alışamıyor bazı şehirli adetlere. Mesela pastörize sütü hiç mi hiç sevmiyor. Taşranın meyve ağaçlarını özlüyor. Hızlı şehirlerin içinde “...taşra bahçelerinin erik ağaçları altındaki bir durgunlukta...” olduğunu söyleyerek hislerini tezatlıkla döküyor kelimelerine.
Kalabalık bir ailede herkes özel alanı olmadan iki üç kişi az sayıda odada yaşamını devam ettirirken ağabeyinin özel odasından ve ne rahat olduğundan bahsediyor. Kısaca bahsedip geçse de ne önemli bir detay değil mi? ‘Kendine ait bir oda’nın olabilmesi nasıl da dokunmuş küçük kızın ruhuna. Bunu en iyi kız çocukları anlar bir de Virginia Woolf okuyucuları. Karakterimiz yalnızca büyük erkek kardeşin sahip olduğu bu ayrıcalığa oldukça içerlemiş. Ağabeyin kitaplarına ve odasına özeniyor, gizlice o yokken odaya girip okuyor kitapları. En çok da Sisler Bulvarı’nı.
Dünya ve evren bilmecesini hep düşünüyor ve merak ediyor. Yani başından beri bir varoluş kaygısı ve anlam arayışı var. Sonraları bir ölüm düşüncesi düşüyor aklına ve uzun yıllar peşini bırakmıyor. Dikkat ederseniz şehir hayatına geçtikten sonra geliyor. Bu durum, şehir hayatı yüzünden oluyor demek istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir hayat tarzı ve alışkanlıkların değişimi ve de aidiyet eksikliğinden bahsediyorum. Sırça Fanus’ta da benzer detaylar vardı. Yalnızca etkilerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Hayat ile ölüm arasında bir fark göremiyor, “Yaşansa da olur, yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız” boşluk, hissizlik ve anlam kaybı kaplamış tüm bedenini. Bir süre sonra doğal ölümü beklemeyi tercih ediyor. "Peki bu kadar güzel yemiş varken, insan nasıl ölmeyi düşünür?" Sanırım kitapta basit görünen ama en etkili sorulardan birisi. Yaşama sıkı sıkıya bağlı biri karakter, tıpkı Tezer Özlü gibi. Bir yandan büyük bir anlam kaybı ve kötülük yuvasına dönmüş yeryüzü ama diğer yandan görmeye ve deneyimlemeye değer çok şey var hissi. İşte bu deneyimlemeye değer hissi, onu kitap boyunca ayakta tutan yegâne şey. Beni de kendisine hayran bırakan bir azim bu.
Varoluşçuluk edebiyatının etkisinde olan Özlü, satırlarında yer yer ölümü tiye alıyor yer yer ölümü bir başkaldırı aracı olarak kullanıyor. Ölüm ve yaşamı sorgularken ise diğer yandan Tanrıya olan inancını da sorguluyor. Aslında tüm dünya düzenini süzgecinden geçiriyor: "Tanrı'nın var olup olmadığını düşünüyorum. Tanrının var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. Artık yakarmama gerek kalmadı. İstediğimi düşünebilirim.”
Ölüme en yaklaştığı an ise: "Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun.” diyor.
Çocukluğundan beri üstüne koyarak büyüttüğü varoluştaki anlamsızlık ve aidiyetsizlik hissi onu ölüme yakınlaştırıyor. Ancak bir noktada yaşamın değerini farkına vardığında, sıkı sıkıya sarılıyor benliğine ve şöyle anlatıyor hayata hevesini: “Yaşam, mutlak tutkularla dolu. Yaşamı sevmekle birlikte ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. Güzellikler kazanıyor. Bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı. Sevgilerimi doyumla devretmeliyim. Esintilerin yumuşaklığı, Akdeniz yağmurunun yoğunluğu gibi.” Ölümü doğal sürecine bırakıyor bu noktada. Yaşamı ve ölümü kabulleniş ve rahatlama hissi. Aslında bipolar bozukluğun evrelerini de görüyor olabiliriz bu iniş ve çıkışlarda.
Okuduğum bir makalede ise şöyle yorumluyor Özlü’nün hayata dönüşünü: “Farklı bir ifadeyle birey özünü tamamladıkça varoluştaki saçma ya da hiç anlam kazanır. Bu çerçevede ölüm de korkulan bir olgu olmaktan çıkarak daha yumuşak duygularla karşılanır. Bu söylem, bireyin varoluşundan sonraki süreçte yaşamın ve ölümün farkına varma sürecini, olgunlaşmasını ifade eder.” Abiç (2018, s. 259).
Yazarların dünyayı ve varoluşunu sorgularken çektikleri acıyı ve hüznü çok derinden anlıyorum ve incelemeye devam ediyorum. Bu yalnızca kitabın küçük bir kısmıydı. Çocukluğunun yetişkinlikteki izlerini, sisteme başkaldırısını ve aşk hayatını ikinci bölümde inceleyeceğim çünkü şimdiden çok uzun bir blog yazısı oldu. Umarım buraya kadar zevkle okumuşsunuzdur. Sevgiyle kalın...
Yararlandığım kaynaklar :
Abiç, T. (2018). Tezer Özlü’nün 'Çocukluğun Soğuk Geceleri' romanında varoluşçu söylem. Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, 39(39), 253–262.
Emeksiz, P. D. (2021). Tezer Özlü’nün Romanı “Çocukluğun Soğuk Geceleri” üzerine psikolojik bir inceleme. Dede Korkut Uluslararası Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, 25, 188-206.