Herkesle İyi Geçinmek: Bir Duruş Eksikliğinin İzleri mi?
Görünmekten ve reddedilmekten korkmayın! Böylesi tüm toplumu yaşatmak demektir.
Hepimiz, hayat yolculuğumuzda farklı insanlarla karşılaşır, çeşitli karakterlerle iletişim kurarız. Kimi zaman bu yolculukta insanlar bize “daha uyumlu” olmamızı, herkese daha yakın ve iyi geçinir bir yapıya sahip olmamızı öğütlerler. Hatta, bunu başaran kişiler toplum tarafından sıklıkla takdir edilir. Ancak, herkesle iyi geçinmeye çalışmanın arkasında yatan temel sorular var: Bu ne pahasına yapılır? Ve en önemlisi, bu tutum bir kimlik eksikliğinin ya da sağlam bir duruş geliştirememenin bir belirtisi midir?
Bu soruları açarken, filozofların ve sosyologların bakış açılarından da ilham alarak, bu “herkese uyumlu” olma çabasının eleştirel bir analizini yapalım.
Toplumsal hayat, bireylere uyum sağlamanın ötesinde bir şeyler sunar: Kendi kimliğini ve duruşunu inşa etme fırsatı. Belli değerler etrafında şekillenen bir karakter, insanın yaşamı boyunca hem kendine hem de topluma karşı bir sorumluluk taşıdığını hatırlatır. Fakat herkesle iyi geçinmek adına bu duruşu zayıflatmak, bir nevi kimliğin sulanması, karakterin silikleşmesi değil midir? Her görüşe uyum sağlamaya çalışan birey, zamanla kendi değerlerinden ödün verir hale gelir.
Filozof Immanuel Kant’ın etik anlayışı çerçevesinde bakıldığında, her insanın kendine karşı bir “ahlaki yükümlülüğü” vardır. Kendi içsel değerlerine, prensiplerine ve inançlarına sadık kalmak, ahlaki bir gereklilik olarak kabul edilir. Bu sadakatsizlik, Kant’ın ifadesiyle “kendine karşı bir saygı eksikliği” anlamına gelebilir. Eğer insan, sürekli başkalarının beklentilerine göre davranıyorsa, kendi değerlerini ihmal ediyor ve içsel bir tutarsızlık sergiliyorsa, burada ciddi bir karakter boşluğu söz konusudur.
Sosyolog Émile Durkheim’ın toplumsal uyum kavramı, bireylerin toplumda kabul görmek adına belli normlara uyma eğiliminde olduklarını gösterir. Ancak bu normların sınırı aşılması durumunda, bireyin özgün duruşu tehlikeye girer. Durkheim’a göre toplumsal uyum, toplumun işleyişi açısından önemlidir; fakat bireyin kendini tamamen kaybetmesine neden olacak şekilde bir “herkese uyum” eğilimi, bireysel varoluşun eriyip gitmesi anlamına gelir.
Bu “uyum baskısı” içinde, birey zamanla kendisini sorgulamayı bırakır, çevresindekilerin değerleri doğrultusunda şekillenir. Bu noktada herkesle iyi geçinme çabası, bir kimlik yitimi olarak kendini gösterir. Kendi düşüncelerini, isteklerini ve hatta özlemlerini bastırarak toplum içinde kaybolan birey, aslında toplumsal “görünürlük” kazanıyor gibi görünse de özünde giderek daha görünmez hale gelir. Bu, yalnızca bir topluma dahil olmak değil, o toplumun içinde kendini kaybetmektir.
Omurgasızlık ve “Tarafsız Olmanın” Yanılsaması
Günümüzde, her tarafa eşit mesafede durmayı veya “tarafsız olmayı” olumlayan bir eğilim var. Fakat bir duruşa sahip olmamak, çoğu zaman zannedildiği gibi “tarafsızlık” değildir. Bu daha çok, bir karakterin köksüzlüğü, her rüzgara göre şekil değiştiren bir zihniyetin yansımasıdır. “Omurgasızlık” olarak da eleştirilen bu tutum, bireyin toplumsal olarak kabul görmek adına içsel değerlerinden ödün vermesi anlamına gelir. Duruş sahibi olmamak, farklı görüşlere tahammül etmeyi değil, aksine, her görüşe göre kendini yeniden şekillendirme zorunluluğunu doğurur.
Bu duruma düşen insanlar, karşılarındaki herkese “evet” demenin kendilerini yücelttiğini düşünürken, aslında kendilerini aşağıya çekmiş olurlar. Felsefi anlamda, bireyin bir değer sistemi etrafında şekillenen tutarlı bir yapısı olmadığında, onun bir “kimlik sahibi” olduğundan söz etmek güçleşir. Kendini bilen bir insan, karşısındaki herkesin onayını almak yerine, kendi doğrularına ve değerlerine sahip çıkarak yaşamayı tercih eder.
Herkese uyum sağlama arzusu, özgünlükten uzaklaşmaya yol açar. Aslında bu, bireyin kendi sınırlarını fark etmeyip onları aşma çabası olarak da yorumlanabilir. Oysa insan, kendi sınırlarını bildiğinde ve kabul ettiğinde özgünlüğe ulaşır. Özgünlük, herkesle aynı fikirde olmamak, farklı duruşlar sergileyebilmek demektir. Gerçekten kendisi olan bir birey, bazen hayır demeyi, bazen karşı çıkmayı ve her zaman kendi sınırlarını çizebilmeyi bilir.
Edebiyatçı Albert Camus’un “isyan” kavramı burada önem kazanır: Camus, bireyin kendisi olabilmesi için zaman zaman dünyaya ve dayatmalara karşı bir isyan içinde olmasının gerektiğini savunur. İsyan, uyumsuzluğun bir ifadesi olabilir; fakat aynı zamanda bireyin kendi özüne, düşüncelerine ve değerlerine sadakatidir. Herkese iyi geçinme çabası, bireyin bu isyan hakkından feragat etmesine yol açar.
Herkese Uyum Sağlama Çabası mı, Kendi Duruşuna Sadakat mi?
Hayat, bize her zaman “herkesle iyi geçinme” zorunluluğu dayatmaz. Aksine, bazen sınır koymayı, hayır demeyi, farklı bir bakış açısıyla hareket etmeyi gerektirir. Çünkü bir duruş sahibi olmak, yalnızca kendine değil, aynı zamanda topluma da katkı sağlar. Felsefi ve sosyolojik bir bakış açısıyla, duruş sahibi olmak, bireyin kendine olan saygısını korumasını ve topluma değer katmasını mümkün kılar.
Herkesle iyi geçinmeye çalışmak, bir noktada omurgasızlık olarak değerlendirilebilecek bir tutumun içine düşmek anlamına gelebilir. Bu durum, bireyin kendini değil, başkalarının beklentilerini yaşamasına neden olur. Ancak kendi değerlerine sadık kalmak, gerçek bir kimlik oluşturmanın temelidir. Toplum, bireyin özgün kimliğiyle zenginleşir; herkesle iyi geçinen değil, kendi doğrularını bulup savunan bireylerle daha anlamlı hale gelir.
Bu yüzden, herkese uyum sağlamak yerine, kendi duruşumuza, değerlerimize sadık kalmak ve bu doğrultuda bir hayat sürmek, bize daha anlamlı bir varoluş sunar.