İnsan Nedir ve Nasıl Yaşamalıdır?

"Eylemlerim herkes için geçerli olsa, bu dünyanın hali ne olurdu?"

İnsan nedir? Belki her çağda, her toplumda cevabı farklı bir biçimde aranan en temel soru bu. Peki, nasıl yaşamalıdır? Kimileri bu soruya etik kuramlarla yanıt arar, kimileri sosyolojik perspektiflerle. Immanuel Kant’ın ödev ahlakı kuramı, insanın nasıl yaşaması gerektiği konusunda önemli bir duruş sunarken, sosyoloji de bireyin toplum içindeki yeri ve sorumluluğu hakkında geniş bir perspektif kazandırır. Gelin, bu soruya Kant’ın felsefesinden ve sosyolojiden yola çıkarak yaklaşalım ve insanın kendi değerini nasıl inşa edebileceğine dair ipuçları arayalım.

Kant’a Göre İnsan

Immanuel Kant, ahlak felsefesiyle, insanın nasıl yaşaması gerektiğine dair güçlü bir argüman geliştirdi. Kant’a göre insan, "ödev" kavramıyla anlam kazanan, yani ahlaki sorumluluğu ile değerli olan bir varlıktır. Kant’ın ödev ahlakı kuramında, bir bireyin yaptığı eylem sadece sonuçlarına göre değil, o eylemi yaparken ki niyetine ve ahlaki zorunluluğa olan bağlılığına göre değerlendirilir. Öyle ki, bir eylemi sırf doğru olduğu için yapmak, Kant için en yüksek ahlaki değeri taşır.

Kant’ın anlayışına göre, insanın temel ahlaki yükümlülüğü, kendi içindeki “ahlak yasasına” uymaktır. Bu yasa, yani “kategorik imperatif” (koşulsuz buyruk), bireyin tüm eylemlerinde evrensel bir ahlak yasasını gözetmesi gerektiğini söyler. Basitçe ifade edersek: "Eylemlerim herkes için geçerli olsa, bu dünyanın hali ne olurdu?" sorusu, Kantçı bir bakış açısıyla yaşamanın temelidir. İnsanın, kendi çıkarlarından bağımsız olarak evrensel ahlak ilkelerine göre yaşaması, onun bir ödev ahlakı taşımasını gerektirir.

Bu bakış açısına göre insan, sadece kendi isteklerine göre değil, başkalarının haklarını ve evrensel değerleri de göz önünde bulundurarak yaşamalıdır. Fakat bu çok da kolay değildir; çünkü toplum, çoğu zaman bireyin kendi iç sesi yerine, dışsal beklentilere göre yaşamasını teşvik eder.

Sosyolojik bir perspektiften bakıldığında, insan sosyal bir varlık olarak yalnızca kendisiyle değil, sürekli başkalarıyla etkileşim içinde yaşar. Ancak bu etkileşim, zamanla bireyi kendisinden uzaklaştırabilir. Sosyoloji, bireyin kendi kimliğini koruma çabası ile topluma uyum sağlama zorunluluğu arasındaki gerginliği açıkça gösterir. Topluma uyum sağlama arzusu, bireyi çoğu zaman Kant’ın savunduğu içsel ahlak yasasından uzaklaştırarak, başkalarının beklentilerine göre yaşamaya yönlendirir.

Durkheim, Weber gibi sosyologlar, bireyin toplumsal yapının bir ürünü olduğunu, ancak toplumsal yapıların aynı zamanda bireylerin özgürlüğünü kısıtladığını savunurlar. Yani toplum, kendi norm ve değerleri doğrultusunda bireyi şekillendirir ve ona uyum sağlaması için sürekli baskı yapar. Bu baskı, bireyin Kant’ın kategorik imperatifine uymak yerine, toplumsal beklentiler doğrultusunda hareket etmesine yol açabilir.

Oysa Kant’ın bakış açısıyla yaşamak, bireyin özgün bir duruş geliştirmesini gerektirir. Sırf toplumda kabul görmek için değil, ahlaki bir sorumluluk taşıdığı için bir eylemi gerçekleştirmek ya da gerçekleştirmemek… İşte bu, günümüz dünyasında oldukça zor bir seçimdir.

İçsel Bir Duruş Geliştirmek

İnsanın kendine sorması gereken en temel soru belki de şudur: Kendi iç sesimi mi, yoksa toplumun sesini mi dinleyerek yaşıyorum? Kant’ın ahlak felsefesi, insanın özgün bir ahlak geliştirmesi gerektiğini savunurken, sosyoloji de toplumsal baskıların birey üzerindeki etkisini gözler önüne serer. Bu iki bakış açısını bir araya getirdiğimizde, insanın kendi kimliğiyle toplum arasında bir denge kurması gerektiği sonucuna varabiliriz.

Eylemlerimiz, yalnızca toplumun bizden beklediklerini karşılamak için yapılırsa, Kant’a göre gerçek anlamda ahlaki bir değer taşımazlar. Topluma uyum sağlamak adına kendimizi sürekli ödün verirken buluyorsak, bu bir kimlik erozyonu anlamına gelir. Özgür bir birey, kendine sadık kalabilmeli, evrensel ahlaki değerlere göre yaşamayı başarabilmelidir. Kant’ın ifadesiyle, “ahlak yasası” her bireyin içinde bulunur ve ona evrensel bir sorumluluk yükler.

Ancak toplumun yapısı, bireyin kendi değerlerini geliştirmesi yerine genellikle ona hazır kalıplar sunar. Bu durumda, birey bir ödev ahlakı çerçevesinde mi hareket etmeli yoksa toplumun beklentilerine göre mi yaşamalıdır? İşte bu, insanın sürekli olarak yüzleşmesi gereken bir ikilem olarak karşımıza çıkar.

İnsan, bir yandan Kant’ın ödev ahlakı doğrultusunda kendi içsel sorumluluğunu yerine getirmeli, bir yandan da toplum içinde sorumlu bir birey olarak var olmalıdır. Ancak, topluma uyum sağlamak adına kendi değerlerini yitiren bir birey, gerçek anlamda özgür olabilir mi? Kant’a göre özgürlük, bireyin ahlaki bir yasa doğrultusunda kendi iradesiyle hareket edebilmesidir. Sosyoloji ise bireyin topluma uyum sağlamasını, yani toplumsal normlara göre yaşamasını bir zorunluluk olarak tanımlar. Bu iki yaklaşım, insanın özgürlüğünü toplumun talepleriyle sınırlandırırken, birey olarak varlığımızı anlamlandırmamız için de bir yol sunar.

İnsan, yalnızca toplumsal beklentiler doğrultusunda yaşayan bir varlık olmaktan çıkıp, kendi içsel ahlak yasasına göre hareket eden bir birey olmalıdır. Bu, Kant’ın ödev ahlakına uygun bir yaşam sürmek anlamına gelir. Ancak toplumsal baskıların bu kadar güçlü olduğu bir dünyada, bireyin bu içsel ahlak yasasına göre yaşaması hiç de kolay değildir.

Belki de insanın en büyük sorumluluğu, kendi değerlerini yitirmeden, toplum içinde özgür ve onurlu bir şekilde var olmaktır. Kant’ın dediği gibi, kendi ahlak yasamızı bulmak ve ona göre yaşamak, gerçek anlamda “insan” olmanın temelidir. Özgün bir duruş sergileyen, toplumsal baskılar karşısında kendi kimliğine sahip çıkan bir insan, yalnızca kendine değil, aynı zamanda topluma da katkı sağlar. Çünkü bireyin içsel özgürlüğü, toplumu da özgürleştirir.