Kapitalizmin Mekânsal İzleri: Neo-Marksist Kent Kuramları Üzerine Bir İnceleme
Bu yazıda Neo-Marksist kent kuramlarının, kapitalizmin kent üzerindeki etkilerini nasıl açıkladığını inceledim.
1960 yılında ekolojik kuramın eksiklikleri üzerine D.Harvey ve M.Castells ile birlikte düşünce hayatına başlayan neo-marksist kent kuramları, ekolojik kuramın; Darwinist bakış açısına (güçlü olan ayakta kalır), oluşan ya da mümkün olan mekanın kendine uygun yer seçebilme yetisi için ve toplumsal adaletsizliğin doğal bir sonuç olarak listelere cevap verir.
Ekolojist kuram, kentin fiziksel yapılanması üzerinden bir okuma önerirken neo-marksist kuramlar; kentin toplumsal inşası üzerinden okumasını önermektedir.
Ana odak noktaları kapitalizmin oluşumlarıyla birlikte kapitalizmin yerleşimsal incelemesinin yapılmasıdır. Kapitalizmin mekansal incelenmesi de modern kentin, merkezinin incelenmesi demektir. Neo-marksistlerin kent kuramlarına yaptığı en büyük katkılardan biri de mekânsal literatürün birleştirilmesi olmuştur. Durkheim'ın “kent, toplumsal bir ürün” serisini, neo-marksistler tarafından da kabul edilmiş, bir üst seviyeye taşıyarak da kentin toplumsal bir gösteri olduğunu savunmuşlardır. Ekolün temsilcilerini özel olarak incelemeye başlamadan önce birkaç bölümden daha uygun olacağından aralıklar da eklemeliyim ki: ekolün temsilcilerinden olan Lefebvre, darwinist bakış açısının reddedilmesini; kırılmazda mekanik açıdan kabul edilemez olduğu savunulmaktadır.
Lefebvre, kentteki toplumsal kitlelerin yanında bulundurulduğunu ve kent hakkına sahip olduğunu savundu. Kuramcılar, klasik marksist bakış açısının tersine kentte de artık soyut-somut değerleri savunmaktadır. Bazı mekânlar, zavallı kimsenin bir evmesi mümkünken soyut mekân, kapitalizm krizinin okunabilmesi ve mekânın satılabilir olması durumudur. Özetle, kent bilgilerinin ta kendisidir.
Kapitalizm, kendi açmazlarına çözüm olarak üretimin satılmasından ziyade kent artık kendini satmasını, kentteki bakışını sağlamıştır. Soylulaştırma işlemlerinin ya da daha detaylı olarak güncel zaman dilimlerinde, mekanın satılabilir olma özellikleri arttırılmaktadır. Böylece eldeki tekrardan dönüştürülüp satılmaktadır. Su gibi kıt bir kaynağın sürekli olarak dönüşp gidişa girme hali artık yalnızca üretim bandından çıkan “şeyin” satılmadığının da en net örneğidir.
Kuramın marksist bakış açısından yararlandığı temel noktaysa mekan-kent tanımlamasının aynı hatlarla yapılmasıdır.
Lefebvre'ye göre kent, hibrit haldedir. Bu kavram çağının değişimi için kullanılabilir. Sonuçta toplumsal yaşamda kent kazançtır. Kent kiraları kendi içerisinde kırı da barındırır, yönetim alanı içinde eritilir ve sanayileşir. Kentin özel bir doku oluşturur. Kentsel doku, kent üzerinde kırılmış haksız hakimiyettir. Kır, günlük sorunlara yönelik çözümlerle kendini geliştirmektedir. Lefebvre, mekansal alanla ilgili açıklamalarda Weberyen oluşumu, yani; Mekanların kültürel motifleri ve yaşamları Avrupa'nın kent tarihi öyküsünden etkilenmektedir. Bu ekonomik ve doğudaki kentler ilkel olarak görülüyor. Asıl kent batıdır, batıda olandır.
David Harvey ve “Asi Şehirler”
“Şehir hakkında bilinmeyen devrime doğru.”
Harvey, kentin ekonomik ve politik bir perspektifle incelenmesiyle düşünür. Mekan üretim sermayesi ve üretim alanıdır. Lefebvre'den etkilenmiş ancak farklı bir perspektifle gerçek, çağdaş marksist inceleme yapılmış ve marksizmi uygulamıştır. 1960 ve 1970'li yıllarda mevcut rejim ve seçimler, değerlerin eleştirisine maruz kaldığı dönemde Harvey'in kandırdığı, kadınlar.
Devrimci hareketlerin yalnızca proleterya ile sınırlı tutulmaması gerekliliğini savundu. Kır ve kentin iç içe yaşamasıyla proleterya sınıfı ortadan kaybolmuş ve yeni prekarya sınıfları doğmuştur. Çağdaş, modern toplumun sınıfsal mücadelesi değil, topyekûn mücadelenin öngörüsü vardır. Devrimci hareket kast fark etmeksizin her yerden düşebilir, gelmelidir. Devrimci hareketin gerçekleşmesi için bu kez gerekli olan şey kenttir. Hareketlilik kentte olacak ve kent üzerinden anlaşılabilecektir. Çünkü kapitalizmin en büyük sermaye birikim aracı artık kent olmuştur. Kapitalist sistemin parçaları, şehrin fizik yapısı ve tasarımında görülebilir.
Harvey, soyut-somut kent değerlendirmesinden ziyade “yaratıcı yıkım”ın potansiyeliyle ortaya çıkıyor.
Yaratıcı yıkım, kalıcı yapıda kalıcılık, hayatta kalmaktan yıkılıp tekrar tekrar özellikler içerir. Böylesi, kent inşaat aşamasının sermaye miktarlarından farklı olduğu net biçimde görülmektedir. İhtiyaç olmaksızın, sermayenin özgürlüğü için, sürekli yatırımlar söz konusu olacaktır. Kent tüketiminin çoklaştırılması eklektik mimarileri ortaya çıkarmaktadır. Kentin tüketiminin potansiyeli olan unsurlar ise keynesçi kent denmektedir. Kentin kendisinin ideolojik bir nesne olduğunu söyleyen Harvey, kent devleti ve ekonomik piyasa ile kullanımı birçok fikriyle destekledi. Yaratıcı yıkımın sürekli olması, yeniden yapılandırılması, Harvey'e göre mevcut sınıfsal bileşim daha keskin bir hale getirilmektedir. Kentin paranın yansıra özelliğini haktan belirtir. Kentsel hak, kentte yaşayan kimselerin çıkarılıp korunup geliştirilmesidir.
“Talep et ve haykır!”
Kentte yaşayan kimse haklarını bilmeli ve talep etmelidir. Yaşadığı kenti dönüştürme gücüne sahiptir ve uygulamalıdır. Ona göre, yoldaş ve yurttaşların el ele yürüyebileceği tek yol budur. Kenti dönüştürme hakkının bilincinde olmak kapitalizme karşıt tepki olarak kenti değiştirmek vatandaş için en güçlü antikapitalist silahtır.
Manuel Castells ile Kenti Anlamak:
Castells, kamu sektörünün emek gücünü yeniden üreterek, kapitalizmi nasıl etkilediği üzerinden yola çıkmaktadır.
Kolektif tüketim kavramı üzerinden açıklamalarda bulunur, ekonomik boyutun ve emek gücünün yeniden örgütlenmesini konu alır.
Kapitalizmin modern çağ ile birlikte ulaşmış olduğu noktada tüketim dönüşmüştür, bu dönüşüm kapitalizmin en güncel krizlerinden biridir. Ona göre, kente mekân denmesinin en büyük nedeni kentin toplumsal bir ürün oluşudur.
Kolektif tüketim nedir ve nasıl örgütlenir?
Kolektif tüketim mekanlarını hastane ve eğlence sektörünü önceleyerek tartışır. Bunlarla beraber eğitim ve konutlarla da ilgilenmektedir.
Castells, kapitalist üretim tarzıyla kentsel gelişme arasındaki ilişkiyi kolektif tüketimle anlatır. Kentsel aktörler artık yalnızca sınıflardan ibaret değildir. Sınıf çatışmasının, farklı aktörleri de vardır. Yalnızca proletarya ve burjuvazi değildir. Devlet, etnisite ve toplumsal cinsiyette bu aktörlerdendir.
Kent kolektif tüketim aracılığıyla yeniden üretilen alandır. İş gücünün sorunsuz ve yeniden üretimi bağlamında devlet önemlidir. Devlet, kolektif tüketimi yeniden her gün üretmezse kapitalizm sekteye uğrar. Dolayısıyla kentler, ortak tüketim mekânı olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet söz konusu kolektif tüketim alanlarını ve araçlarını sağlamaktadır. Kentler iş gücünün yeniden üretildiği alanlardır. Devletin bunları yapması toplumsal kontrolü sağlar. Castells, yapılandırıcı bir devlet anlayışı önermektedir. Ekoloji kuramın yanında işlevselci paradigmayı da eleştirmektedir. Kent kendi başına işler bir yapı olamaz. İlişkili olduğu diğer yapılarla bağlantıları anlaşılmaya muhtaçtır. Kolektif tüketim ve onun çevresindeki toplumsal mücadeleler yok sayılmamalıdır. Ortak tüketim alanlarında hizmet tekeli devlette olmalıdır. Ancak, devlet hizmeti sağlarken, sağladığı hizmetin erişiminin eşitliğini de sağlamalıdır. Devlet hizmetine erişimin eşitsizlik yaratması durumunda, eşitsizliğe maruz kalan kimseler de değişime yol açan güruhun tamamıdır olacaktır. Böylesi de kentsel krizin kendisidir.
Kent Sosyolojisinde Modern Kent Yaşamı “Problemi”: Gecekondulaşma ve Gecekondulaşmaya Dair Yaklaşımlar:
Gecekondulaşma problemi gelişmekte olan ülkelerin problemidir. İlk örneği İngiltere’de görülmüştür. Gecekondu bölgeleri, varlığıyla kent kültürüne zarar veren alanlar olarak görülür ve modern kentlerin problemi olarak değerlendirilir. Gecekondu, bireyin kendisine ait olmayan araziye barınak inşa etmesi olarak tanımlanır. Gecekondu yapılanması getto ile karıştırılmamalıdır. Getto, tek bir bölgede zorunlu olarak toplanmaktır. Türkiye’de getto değil kümelenme söz konusudur. Gettonun en bilinen örnekleri Almanya’da yaşanmıştır.
Marksist kent kuramıyla gecekondulaşma, ucuz iş gücü ve sömürülen yeni sınıfın görüntüsüdür. Kent devriminin gerçekliğidir. Proletarya değil prekaryayı temsil etmektedir.
Ekolojist kuram, darwinist bakış açısının etkisiyle kentin canlı bir olgu olduğunu savunmaktadır. Dolayısıyla, kent; kendi içerisinde yaşayacak olanları yine kendi seçecek ve güçlü olan ayakta kalacaktır. Bu bağlamda, gecekondulaşma kentleşmenin bir parçasıdır. Kentin yaşayacak olanı eleme prensibidir.
Türkiye literatürü, 1945 yılında 775. sayılı kanun vesilesiyle gecekondu ile tanışmıştır. Kanun kentte yaşamayı teşvik kanunu olarak isimlendirilmektedir.
Literatürün ilk erken dönem örneğiyse İbrahim Yasa’nın Ankara üzerine kaleme aldığı yazımdır. Yasa, yazımında bir nüfus sorunun varlığından bahseder. Fazla nüfusun nasıl barınacağı endişesindedir.
Gecekondu öyküsü, çoğunlukla kentteki istihdam oranının yüksekliği ve yaşam koşullarının daha iyi olması sebebiyle kentteki cazip avantajların mütevazı değerlendirmesidir. Dolayısıyla gecekondulaşma göçle yakından ilintilidir.
Gecekondulaşma, toplumdan topluma değişik örüntüler göstermektedir. Tüm gecekonduların tek evrensel ortak noktası yasadışı olmalarıdır.
Değerlendirilmeyen boş bırakılan hazine arazileri gecekondulaşma sürecinin hızlanmasına sebep olmaktadır. Gecekondulaşma barınmanın cazip, kolay bir yolu olarak değerlendirilir. En azından fiziki olarak.
Türkiye’de 1950’lerde gecekondu, imar ve iskân bakanlığının kuruluşuna neden olmuştur. 1960’larda ise gecekondulu nüfus, ekonomiyi canlı tutmanın bir yolu olarak değerlendirilmiştir. Düşük ücretli çalışan işçi sınıfının temsiliyetini üstlenmiştir. Ensek çalışma koşullarına en çok uyum gösteren bireylerin, en çok çalışan kimselerin, gecekondularda yaşadığı dönemin popüler düşüncesidir. Gecekondu, yalnızca yoksul işçi kesimin yaşam alanı olarak değerlendirilmektedir. Gecekonduya bakış açısının hala “öteki” olmasıyla beraber gecekondulaşmaya en iyi niyetle de yaklaşılmaya çalışılan dönemdir. Bu iyimser havanın da etkisiyle 1970’lerde gecekonduların alt yapı problemleriyle ilgilenilmiş, şartlar iyileştirilmeye çalışılmıştır. Gelişmeleri izleyen süreçlerde, 1980’lere gelindiğinde gecekondulara imar affı çıkarılmış, kat çıkma izinleri de verilmiştir. Gecekondulara verilen tüm bu pozitif ayrımcılıklarla beraber gecekondu nüfusu artmıştır. Genel olarak izbe alanlar mesken edilse de kentin görünen yüzü değişmiştir. 1990’lı yıllarda kent sosyolojisi, gecekondu araştırmalarına yoğunlaşmıştır. Bu dönemde halk, gecekonduda yaşayan kimseleri devlet arazisine hiçbir ücret ödemeden meskenlediğini hatırlatarak haksız kazanç elde ettiklerine dair kamuoyu görüşü oluşmuştur. Kentli ve kentte öteki olmanın, varoşun en net çatışması da en azından Türkiye’de kendini çok geçmemiş bir zamanda göstermiştir.
2000’lerde kentli olmak nedir, nasıl yaşanmalıdır gibi sorular gündeme gelmiştir.
Varoş, kentin nimetlerinden yararlanan fakat kentin “gerekliliğine” uygun davranmayanlar olarak tanımlanmıştır. Varoş kimse, kentin kültürel kodlarına sahip olmayanlardır.
Burada şu soruyu sormak yerinde olacaktır, kentli olmak nedir? Kime kentli denir? Kentin kültürel kodlarını oluşturanlar kentlerde yaşayanlar değil midir?
Eğer, gecekondulaşma üzerine düşünmek ve araştırmalarınıza devam etmek isterseniz, kırdan kente göç dinamiklerini, çöküntü mahalleleri, hemşerilik ilişkilerini de unutmamanız faydalı olacaktır.
Neo-Marksist kent kuramları, kenti yalnızca fiziksel bir yapı olarak görmektense, toplumsal ilişkilerle şekillenen bir mekân olarak ele alır, kentsel dönüşümü ve kapitalist sistemin mekânsal yansımalarını derinlemesine analiz eder. David Harvey, Henri Lefebvre ve Manuel Castells gibi düşünürlerin katkılarıyla bu kuramlar, kentleşme süreçlerinin kapitalist sistemle nasıl iç içe geçtiğini ve mekânın bir meta haline nasıl dönüştüğünü gösterir.
Harvey'in "yaratıcı yıkım" ve "kentsel hak" kavramları, kapitalist birikimin mekânsal yansımalarını sorgularken, Lefebvre'nin "kent hakkı" ve "hibrit kent" kavramları, kent yaşamının toplumsal ve siyasal boyutlarını ön plana çıkarır. Castells ise, kolektif tüketim kavramıyla, kentsel yaşamın devlet ve piyasa aktörleri tarafından nasıl yeniden üretildiğini ve bu süreçlerin sınıfsal ve toplumsal eşitsizlikleri nasıl derinleştirdiğini vurgular.
Bu kuramların kesişim noktası, kentlerin kapitalist krizlerin bir sahnesi olduğu kadar, toplumsal değişim ve devrimci hareketlerin de doğuş yeri olduğudur. Türkiye'de gecekondulaşma örneğinde olduğu gibi, bu kuramlar, kentsel dönüşüm süreçlerini ve kent sakinlerinin yaşam alanlarına yönelik haklarını tartışmaya açar. Kentleşme, yalnızca ekonomik bir olgu değil, aynı zamanda toplumsal bir mücadele alanıdır. Neo-Marksist yaklaşımlar, kenti ve kentsel dönüşümü bu geniş perspektiften anlamayı mümkün kılar.
Günümüzde kent sosyolojisi, Harvey, Lefebvre ve Castells gibi düşünürlerin ortaya koyduğu bu kavramlar üzerinden şekillenmeye devam etmekte ve kentsel sorunları derinlemesine anlamamızda rehberlik etmektedir. Kentin yaşayan bir mekân olması ve sürekli dönüşmesi, toplumsal mücadelelerin mekânı olarak onun önemini daha da artırmaktadır.