Küresel Sistemin Perde Arkası: Wallerstein ve Türk Sineması Üzerine Düşünceler
Kendi hikayenizi bu büyük resimde nereye yerleştirdiğinizi düşünün. Belki de en büyük güç, nerede durduğumuzu fark etmekle başlar.
Kapitalizm, yalnızca ekonomik bir sistem olmanın ötesinde, hayatımızın her köşesine dokunan çok katmanlı bir yapıdır. Sabah kahvemizden akşam yemeğine kadar, kapitalist sistemin etkilerini yaşamadan bir gün geçirmiyoruz. Bu yüzden, sosyal bilimlerin en temel tartışma konularından biri haline gelmiştir. Her türlü toplumsal tartışmada, mevcut ekonomik sistemin doğası mutlaka konuşulmalıdır. Ama kapitalizm sadece ekonomik eşitsizliklerle sınırlı değildir; kültürümüzü, ilişkilerimizi ve kimliklerimizi de derinden etkiler.
Bu noktada, İmmanuel Wallerstein’ın “modern dünya sistemi” kuramı, kapitalizmi yalnızca ulusal sınırlar içinde değil, küresel bir sistem olarak anlamamızı sağlar. 1960'lı yıllardan beri bu kuram, toplumların nasıl birbiriyle etkileşime geçtiğini ve bu etkileşimde kimlerin kazandığını, kimlerin kaybettiğini anlamamıza yardımcı olur. Peki, bu teoriyi neden bugün, bu kadar önemli hale getirebiliriz? Çünkü içinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyada, artık sadece ulusal sınırlar içinde değil, dünya ölçeğinde bir sınıf mücadelesi var.
Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya: Gerçekten Var mı?
Birinci, ikinci ve üçüncü dünya kavramları size ne düşündürüyor? Aklınıza hemen gelişmiş Batı ülkeleri, eski Sovyetler Birliği ve gelişmekte olan Afrika veya Asya ülkeleri gelmiştir. Peki bu terimlerin ardında ne var? Bu bölgelere bu isimlerin verilmesinin sebebi ne olabilir?
Wallerstein’a göre, bu sınıflandırmalar, ülkeler arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin bir ürünüdür. Gelişmiş ülkeler (birinci dünya) sanayi devrimi ile kapitalizmin nimetlerinden yararlanırken, çevre ülkeler (üçüncü dünya) bu sistemin kaynak sağlayıcıları haline gelmiştir. Gelişmekte olan ülkeler, yani ikinci dünya diye adlandırılan gruptakiler ise, ne tam olarak çekirdek ülkeler kadar gelişmiş ne de çevre ülkeler kadar sömürülmektedir. Türkiye, bu sınıflandırmada çoğu zaman "yarı-çevre" bir ülke olarak görülür.
Küreselleşmenin Derin Etkileri: Türkiye Nerede Duruyor?
Wallerstein’ın dünya sistemi kuramı, küresel ekonomik ilişkilerin, gelişmekte olan ulusların kaynakları ve iş gücünün, gelişmiş uluslar tarafından sömürülmesine dayandığını savunur. Bugün baktığımızda, bu sistemin hâlâ işler durumda olduğunu görmemiz zor değil. Büyük markaların Türkiye'de üretim yaptırıp, hammaddeyi çevre ülkelerden getirdiğini ve ürünlerini gelişmiş ülkelere sattığını düşünün. Sonuçta, Türkiye gibi yarı-çevre ülkeler, ekonomik olarak bu sistemin bir parçası olurken, asıl kazanç çekirdek ülkelerde toplanıyor.
Wallerstein’a göre dünya, ekonomik olarak “çekirdek”, “yarı-çevre” ve “çevre” olarak adlandırılan bölümlere ayrılmış durumda. Çekirdek ülkeler, sermaye birikimi ve yüksek sanayi ile dünya ekonomisinin merkezinde yer alırken, çevre ülkeler daha çok kaynak sağlama görevini üstleniyor. Türkiye gibi yarı-çevre ülkeler ise bu iki kutup arasında kalmış durumda. Hem kaynak sağlayan hem de gelişmişlik düzeyini artırmaya çalışan bir ülke olarak, Türkiye, küresel ekonomideki bu düzensiz ilişkiler ağının içinde sıkışıp kalıyor.
Türk Sineması ve Küresel Eşitsizlikler
Peki, bu ekonomik sistemin kültürel yansımaları neler? Özellikle Türk sinemasında bu küresel eşitsizlikleri nasıl görüyoruz? Wallerstein’ın kuramını düşündüğümüzde, Türk sinemasının hem yerel hem de küresel temalarla nasıl başa çıkmaya çalıştığını fark edebiliriz.
Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerini ele alalım. "Kış Uykusu" ya da "Ahlat Ağacı" gibi yapımlarda, toplumsal sınıf çatışmaları, bireyin küresel dünyadaki yalnızlığı ve kültürel kimlik sorgulamaları açıkça işleniyor. Ceylan’ın filmlerinde, Türkiye’nin küreselleşme sürecinde yaşadığı ekonomik ve sosyal dönüşümler, karakterler üzerinden işlenirken, aslında küresel kapitalizmin yerel üzerindeki etkilerine dair güçlü bir eleştiri sunuluyor.
Öte yandan, Türk sinemasında popüler olan diğer türlere baktığımızda, küresel pazarda yer almak için nasıl evrensel temaların kullanıldığını görebiliriz. Dram ve komedi gibi türlerde, evrensel insan ilişkileri ve duygular işlenirken, bu filmler aynı zamanda küresel izleyiciye hitap edebilmek için yerel kültürden ödünler verebiliyor.
Kapitalizm, sadece bireyler arasındaki sınıf farklarını derinleştirmekle kalmaz, uluslar arasında da devasa bir uçurum yaratır. Wallerstein’ın modern dünya sistemi teorisi, bu eşitsizliklerin tarihsel ve ekonomik kökenlerini anlamamızı sağlar. Türkiye gibi yarı-çevre ülkeler, bu sistemin bir parçası olarak bir yandan küresel ekonomiye entegre olmaya çalışırken, diğer yandan da çekirdek ülkelerle rekabet etmeye zorlanır. Bu, her alanda olduğu gibi kültür ve sinemada da kendini gösterir.
Ancak, her şey bu kadar karamsar mı? Elbette hayır. Türk sineması, Wallerstein’ın teorisinde yarı-çevre bir ülke olarak tanımlanan Türkiye’nin, yerel hikayeler anlatırken küresel dünyada sesini duyurabileceğinin bir kanıtıdır. Küreselleşmenin ekonomik ve kültürel baskılarına rağmen, özgün kültürümüzü ve kimliğimizi korumak, bu dengesiz dünyada var olmanın en etkili yollarından biri olabilir.
Bu yazıda, karmaşık görünen küresel ekonomik sistemin nasıl günlük hayatımıza dokunduğunu tartıştık. Şunu unutmamak gerekir ki, Wallerstein’ın teorileri yalnızca akademik söylemler değil, hepimizin yaşamında bir yeri var. Kendi yaşamınıza ve çevrenize baktığınızda bu sistemin izlerini görebiliyor musunuz? Dünyayı anlamak hem birey hem de toplum olarak daha bilinçli adımlar atmamızı sağlar. Kendi hikayenizi bu büyük resimde nereye yerleştirdiğinizi düşünün. Belki de en büyük güç, nerede durduğumuzu fark etmekle başlar.