Melisa Kesmez, Nohut Oda

Üşürken içinizi ısıtacak öykü topluluğu.

"Kendini bildi bileli kabuğunu arayanlara..." epigrafıyla başlıyor Melisa Kesmez Nohut Oda'sına. Aklımda aniden sürekli ev arayışı içinde olmam-ız geliyor. Nereye aidiz, neresi bizim evimiz...varoluşsal sancılarımızın başlangıcı olan sorunun yumuşak dokunuşlu tesellisi resmen bu cümle. Selamlıyor beni-bizi öykü topluluğuna. 

Öykülerin isimleri ise önceden ima ediyor bize bazı şeyleri. Kalanlar, Son Bir Çay, Annemin Çadırı, Görüşürüz, Kız Kardeşim Handan... Veda edemeyeceğimizi bilerek başlıyoruz bu yolculuğa. 

Melisa Kesmez'den okuduğum ilk eser olan Nohut Oda, Kalanlar hikayesinde okuyucuyu bir manzarada karşılıyor. Gözümüzle resmen görüyoruz anlatıcının olduğu mekanı. Bazılarımız gibi, anlatıcının da yıllar içinde çevresinden göçüp gidenler olmuş. Lisede, üniversitede, mahallede, işte tanıştığımız ve hayatımıza aldığımız herkes yıllar geçtikçe hayatlarını ve mekanlarını değiştiriyor. Ve onlardan kalan eşyalarla yetiniyoruz. Anlatıcının evi de şehir, ülke değiştiren yakınlarının evlerinden kalan eşyalarla dolu neredeyse. Buna bir kedi de dahil. Kimsenin hiçbir şeyi ama kedi Latife'nin son limanı olmakla tanımlıyor kendini anlatıcı. Okuyucu da paramparça ediyor bu dizeler. "Bir fotoğraf yolladı gittiğinin ikinci günü" ile başlayan hikaye, "Bir fotoğraf yolladım gittiğinin dokuzuncu ayı" paraleliyle son buluyor.

Çaydanlığın altını kapatmadan son bir çay içen bir çift karşılıyor bizi sonra. Çift denebilirse tabii. Annesi yeni ölmüş eski sevgilisine acıyan ve yakınlaşan bir kadın... Beklemediği evlenme teklifini alıyor. Açılmaması gereken dosyalar dökülüyor masanın üzerine. İkisinin de birbirinden ayrılamadığı yönler var. Kadın gidiyor ve dönüyor. Adam hiç gitmemiş zaten. Tek taraflı çaba ile yürümeyen bir başka ilişki. "Yol bitmişti," diyor kadın. Adam ise annesi olmadan ne yapacağını düşünüyor. Sahi, bir insan en baştan nasıl başlar? Kimse bilmiyor.

Yıllarca hapis kaldığın bir başka adam, başka bir ev. İçinde depremler olmuş, çoğu şey yıkılmış ama terk etme cesaretini gerçek bir deprem veriyor. Sokaklarda yatıyor insanlar birkaç gün. Korkuyorlar evlerine girmeye. Yıkım yok ama bunu bir de anlatıcının babasına sormak gerek. Anlatıcı ve baba eve dönüyor ama anne çadırıyla dışarıda kalmakta ısrarcı. O çadırı evi haline getirmiş. Çiçekleri bile var, suluyor. Deprem mi korkusu yoksa yuva olmayan bir evde tıkılı kalmak mı, söylemesi zor. Çadırın boş, annesinin gittiğini görünce cevabı anlıyor belki de. 

Görüşürüz. Bu veda cümlesini görüşmeyi umut ettiğimiz veya görüşeceğimizden emin olduğumuz kişilere söylüyoruz normalde. Ama kaçıyla görüştük? Bir daha hiç görüşmeyeceğimizi bildiğimiz kaç kişiye görüşürüz dedik, elvedadan korkup? "Sana kırgınım, seni hayatımda istemiyorum ama babamsın ve nazik olmam gerek, görüşmeyeceğiz ama görüşürüz," diyemiyor ve sadece "Görüşürüz," diyoruz. Hayatımız ağzımızdan çıkan yalanlarla dolu. Kırgın olma hakkını bile kendimizde görmeyip kalp kırmamak için nazik davranıyoruz. Görüşürüz. Hatta ve hatta, kendi kırgınlığımızı unutup o bana kırgın mıdır acaba diyoruz. Bir rüyada yanımızda olduğunu görüp yumuşuyoruz belki de. Ama kırgınız. Görüşürüz.

Hayatımızdan çıkan insanların yokluğu nasıl dolar? Onlar gibi davranıp giyinsek, bir süre sonra dönüşür müyüz onlara? Kimilerine sunulan hayat bize sunulmazsa, haklı mıyız dönüşmekte? Ama zaten ya hayat sunulmuyorsa, ya biz kazanıyorsak o hayatı? Tamamen korkağızdır belki de. Başka biri olamayız. Kendimiz olamayız. Çünkü bilmiyoruz kimiz, neyiz. Fırsatı yakalamaktan ziyade bir fırsat olduğunu fark etmiyoruz. Belki de hepimiz Handan'ız, kim bilir?

Nohut Oda, acımasızlığıyla içimizi bir şekilde ısıtıyor. Her hikayesi o kadar gerçek ki. Üşüdükçe ısınıyoruz. Varlığımızla yalnızlığımızı görüyoruz sanki. İşte öyle.