Ophelia: Suyun Kollarına Bırakılmış Bir Ruh
Ophelia ,suyun kollarında kaybolurken, her damla, kalbinde sonsuz bir yalnızlık ve kırık bir umut bırakıyor...
John Everett Millais'in "Ophelia"sı, bir tuvalin ötesinde, zamanın ve mekânın ötesine uzanan bir ağıt, hüzünlü bir melodi ve doğanın kucağında son bulan, zamanın durduğu bir masalın en dokunaklı sayfasıdır. Bu başyapıt, Shakespeare'in Hamlet'indeki trajik kahraman Ophelia'nın son anlarını, doğanın en ince detaylarıyla örülü, adeta zamanın durduğu bir fon üzerinde, bir zaman kapsülü gibi resmeder. Öyle ki, tuvalin üzerine dökülen renkler yalnızca gözlere değil, ruha da dokunur…
Ophelia, Danimarka prensi Hamlet’e âşık genç bir kadındır. Ancak aşkı karşılık bulmaz ve aynı zamanda babası Polonius, Hamlet tarafından yanlışlıkla öldürülür. Peş peşe gelen bu trajediler, onun akıl sağlığını yitirmesine neden olur. Doğaya sığınan Ophelia, bir nehirde boğularak hayatını kaybeder. Bazı yorumcular, onun ölümüyle ilgili “kaza mı, intihar mı?” sorusunu da tartışır. İşte Millais, tam da bu anı, doğanın ortasında dondurarak ölümsüzleştirmiştir.
Suyun İçinde Zamanın Askıya Alındığı An
Ophelia, çiçeklerle bezeli bir nehirde, suyun üzerinde saatlerce hareketsiz bir şekilde süzülürken betimlenmiştir. Bu sahne, ilk bakışta huzurlu ve dingin gibi görünse de, derinlerde yatan hüzün, çaresizlik ve zamanın askıya alındığı bir anı gözler önüne serer. Millais, Ophelia'nın masumiyetini, kırılganlığını ve zamanın durduğu çaresizliğini, doğanın en ince detaylarıyla birleştirerek, izleyiciyi adeta tablonun içine hapseder, zamanın akışını durdurur.
Ophelia’nın Hikâyesi: Kaybolan Bir Masumiyet
Ophelia, Shakespeare’in Hamlet oyununda bir karakter olabilir, evet… Ama o aynı zamanda her dönemde var olmuş, var olmaya devam eden bir ruh hâlidir. Masumiyetin, aşkın, kayboluşun ve yavaş yavaş yok olmanın en saf hâlidir.
Sevdiği adam tarafından anlaşılmamış bir kadın. Babasının ölümüyle dünyaya daha da yabancılaşan bir evlat. Kendi içindeki sessiz çığlıkları duyuramayan bir ruh… En sonunda, belki bilerek, belki de farkında olmadan kendini doğanın akışına bırakır.
Su, onu yavaşça sarar. Önce hafifçe kaldırır, sonra kollarının arasına alır. İlk başta şarkılar söylemeye devam eder, belki de çocukluğundan hatırladığı bir melodiyi mırıldanır. Ama zaman geçtikçe elbiseleri ağırlaşır, suyun sesi büyür, melodiler kaybolur… Ve Ophelia, sessizce suyun derinliklerine doğru süzülür. İşte Millais’in fırçasıyla ölümsüzleşen an, tam da burasıdır.
Tablonun İçindeki Sessiz Fısıltılar
Ophelia tablosuna uzun uzun baktığınızda, orada yalnızca bir kadın görmezsiniz. O suyun içinde sessizce konuşan çiçekler, yeşilin içinde gizlenmiş melankoli ve doğanın insana karşı duyarsız gücü vardır. Sadece bununla kalmaz aynı zamanda sanatçının kendi iç dünyasıyla süslü hayatına da göz atmış oluruz. Resmin her parçası onun ve mankenlik yapan Siddal’ın sanatçı ruhlarını gözler önüne sermişlerdir.
Ellerinin Açıklığı → Belki bir dua, belki de hayata son bir veda…
Gözlerinin Boşluğu → Artık hiçbir yere bakmayan ama her şeyi görmüş gibi duran gözler…
Çiçekler → Shakespeare’in dizelerinde geçen anlamlı semboller:
Papatyalar: Masumiyetin kırılganlığı
Menekşeler: Sadakatin ve kaybolmuş umudun sessiz hatırası
Gelincikler: Ölümün kaçınılmaz sessizliği
Unutma Beni Çiçekleri: Ophelia’nın bizden istediği tek şey… Onu unutmamak.
Ama unutmamamız gereken bir başka kişi daha var…
Elizabeth Siddal: Ophelia’nın Beden Bulmuş Hali
Bazen sanat, yalnızca bir fırça darbesinden ibaret değildir. Bazen, bir eser yaratılırken gerçek bir beden, gerçek bir ruh, gerçek bir acı o esere karışır.
John Everett Millais, Ophelia tablosunu tam anlamıyla kusursuz yapmak için bir modele ihtiyacı olduğunu biliyordu. Seçtiği isim, Pre-Raphaelite akımının en ilham verici kadınlarından biri olan Elizabeth Siddal oldu.
Siddal, saatlerce soğuk su dolu bir küvette yatmak zorunda kaldı. Millais, detayların mükemmel olması için her şeyi titizlikle ayarlamıştı. Küvetin altına koyduğu lambalar suyu sıcak tutmalıydı. Ama günler geçtikçe bu lambalar söndü ve kimse fark etmedi. Siddal, üşüdüğünü söylemedi. Sanata olan bağlılığı, bedeninin sınırlarını aşıyordu. Sonunda ciddi şekilde hastalandı. Yataklara düştü, ateşler içinde yandı. Babası Millais’i mahkemeye vermekle tehdit etti, ancak ressam hızla özür dileyip doktor masraflarını karşıladı. Fakat belki de olan olmuştu… Siddal’ın zayıf bedeni bir daha asla tam anlamıyla iyileşemedi.
Tıpkı Ophelia gibi, Elizabeth Siddal da hayatının büyük bir bölümünde melankoliyle yaşadı. Bir gün fazla dozda laudanum (o dönemde kullanılan güçlü bir afyon ilacı) alarak hayatını kaybetti. Kimileri bunun bir kaza olduğunu söyledi, kimileri ise Siddal’ın Ophelia gibi kendi trajedisinin içinde kaybolduğunu düşündü.
İşte bu yüzden Ophelia tablosuna baktığında yalnızca bir karakteri değil, gerçekte var olmuş bir kadının sessiz fısıltılarını da duyabilirsiniz.
Bir Kadının Sessiz Çığlığı
Ophelia, isminin anlamı gibi herkese yardımcı olmaya çalışan, toplumsal beklentilerin ve cinsiyet rollerinin gölgesinde sıkışan bir kadındır. Aşkın ve ihanetin acımasız pençesinde savrulurken, kendi kimliğini bulmaya çabalar, ancak sonunda derin kuyularda kaybolur... Millais, onun sessiz çığlığını, doğanın diliyle ve zamanın durduğu anın gerçekliğiyle anlatarak, evrensel bir acıya dönüştürür. Bu tablo, sadece bir karakterin değil, tüm ezilenlerin, sessiz bırakılanların ve zamanın durduğu anların şahidi olur. Ophelia, sadece kendi trajedisini değil, aynı zamanda toplumun kadına yüklediği ağır yükü de temsil eder. Bu tabloya her döndüğümüzde, onun suyun içinde hâlâ yavaşça süzüldüğünü, belki de o eski melodisini fısıldadığını hissederiz. O artık yok, ama hikâyesi yaşıyor. Ve biz, ona her baktığımızda sadece Ophelia’yı değil, Ophelia’nın acısını hem ruhunda hem de bedeninde hisseden Elizabeth Siddal’ı da hatırlıyoruz. Çünkü bazı acılar, sadece yaşarken değil hatırlarken de hissedilir…