Reçete Edilen Eylem: Yazmak

Sebep ve sonuçların kesişimi: yazma eylemi.

Lisede popüler bir öğrenci değildim. Ziyadesiyle ‘inek’ diye tabir edilen, derslerine günü gününe çalışan, önlerde oturan, öğretmene çok soru sorup onun sorduğu her soruya parmak kaldıran bir tiptim. Allah’tan, dönemin yabancı dil ağırlıklı liseleri diye bilinen süper liseye gidiyordum da benim gibilerden bolca olduğu için kimsenin nefretini üzerime çekmedim.

İnekliğin yanında kitap okuyan, şiir seven, gözlüklü bir hâlim de vardı. Entelektüel değil, haşa! Entel olmaya öykünen bir taraf. Yaşımızın da verdiği ıslak bir melankoliyle dert sahibi gibi gezinirdim ortalarda. Eski şarkılar, türküler dinler, isyankâr bir ruh hâline bürünür, her şeye itiraz ederdim. Annem de “Üşüttü bu yine galiba, gazı mı var acaba?” diye içinden geçirirdi çoğu zaman.

Dönem; Mirkelam’ın koşmaktan yorulduğu, Barış Abi’nin gençlerden müsaade istediği, salıları Bir Demet Tiyatro’yu izlediğimiz, TRT FM’den istek parça istediğimiz o güzelim zamanlardı. Tabii her liseli gibi ben de “Nothing Else Matters” furyasına kendimi kaptırıp, aklımca marjinal gezmiştim bir süre. Sonra sonra o abilerin çok bağırdığını fark edip, “Bendeki de kulak yahu” deyip, marjinalliğimi gelecek nesillere emanet ettim. Bir süre Düş Sokağı Sakinleri’ni dinledim. Enteresandır; şu an beni uyutan şarkılar, o zamanlar Tübitak’ın ödüllü geometri sorusunu çözmeme vesile olmuştu. Öyle ki, aynı soruyu sınıfta tekrardan çözemeyip, “Ben bunu nasıl çözmüşüm yav?” diye hayretle karışık bir salaklığa da imzamı atmıştım.

ÖSS belasının kol gezdiği, derslerden hariç hiçbir şeye tam anlamıyla zaman bulamadığımız o anlardı. Herkes, bu lanet sınavın bir milat olduğunu bize empoze ediyordu. Öyle ki, ÖSS bitecek ve biz güneşli günler görecektik! Tabii öyle bir şey olmadı. Kendimi binbir zorluklarla kazıdığım yatağımdan, her sabah bir parçamı uykuya teslim ederek kalkıyordum. Beynimde sürekli yankılanan o reklam müziğiyle uyanmaya çalışıyordum: “Güne hazırsın, asla durmak yok! Hızını kesme sakın, gücün dorukta! En tatlı sabahlar.” Hemen ardından günün bitmesine on yedi saatin olduğu aklıma gelip İbrahim Tatlıses arka fonda içli içli mırıldanıyordu: “Uzaktan görenler mesut sanıyor, bilmezler gözlerim her gün ağlıyor.”

Bir şekil lise bitmişti, bir şekil üniversiteye kapak atmıştım. Pek de alakamın olmadığı bir bölümde, kayıp bir şekilde okuyordum. En azından Ankara’daydım. Güzel bir kampüse ulaşmak için her gün ciğerimden bir parça feda ediyordum. Sonuç, beklentileri karşılamayınca bocalamayla beraber iç sesime yöneldim. İnanın, bu pek de zor olmadı. Namussuz, öyle çok konuşuyordu ki ara ara ona “Şişşşt, az bir sus yahu!” diyesim geliyordu.

İç ses, olayı biraz abartmış, hâkimiyeti ele geçirmişti. Hiç de iç açıcı şeyler söylemiyordu. Fazlasıyla saçmalıyordu ve ben onu fazlasıyla ciddiye alıyordum.

Biraz daralmaya başlamıştım ve işleri iyi idare edemiyordum. Neyse ki hâlâ sağlıklı düşünebilen beyin kırıntılarım vardı ve onlar da beni yardım almaya sevk etti.

Önce yakın dostlarıma gittim. Durumu anlatmaya çalıştım ama onlar o kadar doluydular ki, konuşan bir ben’den ziyade dinleyen bir ben’i istediler. Ben de onları hep dinledim. En sonunda kendimi anlatmaktan vazgeçtim. Hem anladım ki insanı yargılamadan dinleyen tek kişi varmış, o da anne denilen uhrevi varlıkmış.

Annemin kapısını çaldım. Dinledi beni, derdimi aldı, kendi derdiymiş gibi koynunda sakladı. Ona iyi bakacağını söyledi ama derman onda da değildi.

Sonra bir doktorun kapısında beklerken buldum kendimi. Gergindim, huzursuzdum. Dışta dünya dönüyordu ama içte dünyam durmuştu. Anlattım. Böyleyken, böyle dedim. “Hımm…” dedi. Bir şeyler yazdı, elime tutuşturdu. Sabahları tok karna, sabah-akşam tok karna ve bolca okuma, bolca yazma.

Kafamdaki binlerce anımı, saçma korkularımı, rüyalarımı, densizliklerimi, isteklerimi, istemediklerimi, her şeyi kâğıda döktüm. Kimseyi üzmeden, yazmak bana yaren olmuştu. Hem ne demişti Sait Faik, “Yazmasam deli olacaktım!”