Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği ve Kadına Yönelik Şiddet: Edirnekapı Vahşeti Üzerine

Bugün yaşıyorsam, İkbal’den biraz daha şanslı olduğum içindir.

Kadına yönelik şiddet, post-modern toplumların en acil sorunlarından biridir. Edirnekapı'da yaşanan iki genç kadının vahşice katledilmesi, yalnızca bir cinayet değil; Türkiye'deki toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve erkek egemen zihniyetin derin köklerini gözler önüne seren bir olaydır. Bu vahşet, toplumsal yapının çürümüşlüğünü ortaya koymakta ve kadına yönelik sistematik şiddetin normalleştiği bir ortamı somut bir şekilde yansıtmaktadır.

Kadın cinayetleri, bireysel eylemlerle açıklanamayacak kadar karmaşık bir sorundur. İstatistikler, bu cinayetlerin çoğunun erkekler tarafından işlendiğini ve çoğu zaman aile içi şiddet, toplumsal cinsiyet normları ve sosyal izolasyon gibi unsurlarla bağlantılı olduğunu göstermektedir. Edirnekapı vahşeti, bu çürümenin boyutlarını gözler önüne sererken, aynı zamanda bu sorunların ne kadar yaygın ve içselleştirilmiş hale geldiğini göstermektedir.

Semih Çelik’in cinayet işlediği sırada yaşadığı sosyal ve psikolojik sorunlar, bireysel bir travma olmanın ötesinde, toplumun genel yapısındaki çürümeyi temsil eder. Ailesinin Semih ile yeterince ilgilenmemesi ve ona uygun olmadığı açıkça belli olan bir işte çalıştırılması, ruhsal durumunu ve sosyal uyumunu olumsuz etkilemiştir. Aile içindeki ilgisizlik, çocuğun psikolojik gelişimine zarar verirken, Semih’in tedaviyi reddetmesi, ebeveynlerin denetimsizliğini daha da belirgin hale getiriyor. Ailelerin çocuklarına karşı duyarsız kalması, psikolojik sorunların derinleşmesine yol açmakta ve şiddet eğilimlerini artırmaktadır.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kökenleri, Türkiye’nin sosyo-ekonomik durumu ve eğitim seviyesi ile yakından ilişkilidir. Türkiye, son yıllarda ekonomik ve sosyal gelişmelere tanıklık etse de, hâlâ gelişmekte olan bir ülke konumundadır. Ekonomik büyüme, belirli bölgelerde iyileşmelere yol açsa da, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve sosyal eşitsizlik, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini derinleştirmekte ve kadınların toplumdaki yerini zayıflatmaktadır. Özellikle kadınlar, ekonomik ve sosyal alanlarda hâlâ marjinalleşmekte ve bu durum, kadına yönelik şiddetin artmasına zemin hazırlamaktadır.

Eğitim seviyesi de toplumsal cinsiyet eşitsizliği bağlamında kritik bir rol oynamaktadır. Türkiye’de kız çocuklarının eğitimde karşılaştıkları engeller, toplumsal cinsiyet rollerinin pekişmesine yol açmakta ve bu da kadınların ekonomik bağımsızlıklarını elde etmelerini zorlaştırmaktadır. Düşük eğitim seviyeleri, bireylerin toplumsal normları sorgulama yetilerini de etkileyerek, şiddeti normalleştiren bir atmosfer yaratmaktadır. Kadınların sadece ev içindeki rollerine indirgenmesi, onların toplumsal alandaki varlıklarını sorgulamalarına neden olmaktadır.

Toplumda yaygın olan "onların da ne işi varmış" gibi ithamlar, şiddeti normalleştiren ve kurbanları suçlu gibi gösteren bir bakış açısının yansımasıdır. Bu tür söylemler, kadınların toplumsal alanlardaki varlıklarını sorgulatmakta ve güvenli alanlar yaratma çabasını zayıflatmaktadır. Kadınların toplumsal alandaki varlığı, erkek egemen düşünce yapısının tehdit altında hissetmesine neden olmakta ve bu da daha fazla şiddet eylemini tetiklemektedir.

Suç sosyolojisi perspektifinden bakıldığında, suçun toplumsal doğası önemlidir. Bireylerin sosyal çevreleri ve toplumsal normlarla şekillenen bir suç algısı vardır. Suç, yalnızca bireysel bir davranış değil, aynı zamanda sosyal yapının bir yansımasıdır. Edirnekapı vahşeti, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve erkeklik normlarının bireyleri nasıl etkilediğini gösterirken, toplumun bu tür eylemlere nasıl bir zemin hazırladığını da ortaya koymaktadır. Erkeklerin güç sahibi olduğu algısını besleyen toplumsal yapılar sorgulanmadığı sürece, bu tür olayların önlenmesi mümkün olmayacaktır.

Kadına yönelik şiddetle mücadelede etkili politikalar geliştirmek ve toplumda duyarsızlığa karşı sesimizi yükseltmek, bu vahşetin bir daha yaşanmaması adına büyük önem taşımaktadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadın hakları konusunda daha duyarlı olunmalı ve bu tür olaylara karşı dijital olmayan, gerçek toplumsal bir duruş sergilenmelidir.

Sonuç olarak, Edirnekapı vahşeti, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve erkek egemen zihniyetin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Suç sosyolojisi perspektifinden bakıldığında, bu olay, bireylerin toplumsal normlar ve değerlerle nasıl şekillendiğini göstermektedir. Foucault’nun güç ve disiplin teorileri, toplumsal yapıların bireylerin davranışlarını nasıl etkilediğini anlamak için önemlidir. Şiddet, yalnızca bireysel bir eylem değil, aynı zamanda toplumsal güç dinamiklerinin bir sonucudur.

Bu bağlamda, toplumsal cinsiyet rolleri, kadınların konumunu ve şiddete maruz kalma olasılıklarını belirleyen önemli faktörlerdir. Kadınların sadece ev içindeki rollerine hapsedilmesi ve erkeklerin güç sahibi olduğu algısının pekiştirilmesi, şiddetin meşrulaşmasına yol açmaktadır.

Dolayısıyla, kadına yönelik şiddeti önlemek için toplumsal normların, kültürel algıların ve ekonomik eşitsizliklerin derinlemesine sorgulanması ve yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Toplum olarak, yalnızca bireysel eylemlere değil, aynı zamanda sistematik yapısal değişimlere de odaklanmalıyız. Bu değişimler, şiddetin köklerine inmek ve daha adil bir toplumsal yapı oluşturmak için hayati öneme sahiptir. Ancak bu şekilde, kadınların güvenliğini sağlamayı ve toplumun genelinde şiddetin her türlüsüne karşı kalıcı bir duruş sergilemeyi başarabiliriz.

Kadına yönelik şiddet, yalnızca fiziksel bir eylemle sınırlı değildir. Şiddet, ruhsal bir yaraya, özgüven kaybına ve derin bir yalnızlığa da yol açar. Ancak unutmayalım ki, şiddete uğramak sizi asla güçsüz yapmaz. Sevgi ve aşk gibi 'derin' duygular, ağıza büyük ve bayağı gelen ifadelerle sınırlı değildir. Bazen bir bakış, bir gülümseme ya da gözlerdeki pırıltı, gerçek sevgiyi ve bağlılığı anlatmak için yeterlidir. Gerçek sevgi, kıskançlığa ve kısıtlamalara muhtaç değildir; tam aksine, insanı özgürleştirmeli ve hayata dair umutlarını perçinlemelidir. Bu tür tecrübelerin yalnızca bende ya da sende olmadığını, bu problemin evrensel olduğunu bilmek önemlidir. Kadınların yaşadığı zorluklar ve acılar, yalnızca bireysel bir deneyim değildir; tüm toplumun ortak sorunudur. Birbirimize olan destek ve anlayışımız, bu karanlık günlerden geçerken bize ışık tutacaktır. Sesimizi birleştirip, sevgi dolu bir dünya inşa etmek için birlikte mücadele edelim. Unutmayın, bu yolculukta yalnız değilsiniz; hepimiz bu mücadelede birlikteyiz.

Bugün yaşıyorsam, İkbal’den biraz daha şanslı olduğum içindir.