Zamanın Çelişkisi

Zamanın içinden ona kişisel bir bakış.

Bu yazı, zaman ve onun insana yaşattığı çelişki ile zorluklar üzerine oldukça kişisel gözlemler içerir.

İnsan bazen durup “ben kimim, neredeyim, bu beden ve bu uzuvlar ne?” gibi anlık sorgulayıcı bir şaşkınlığa girebiliyor. Ben bunu tıpkı bir videoyu durdurduğumuz ana benzetiyorum. Devam ettirene dek geçen o saniyelerin içinde sonsuzmuş gibi hissettiren anlık bir duraksama. Nereden geldiğini bilmediğimiz bu düşünceler, yarım kalanlar, yok olan geçmiş ve gelecek… Devam ettiğimizde alacağımız yönü belirleyen de bu sorgulamalar bence. Benzettiğim o videoyu mor ve ötesi’nin “Bir” şarkısı olarak buraya düşmek isterim, zira sözleri ve bana hissettirdikleri tam olarak bu yazının konusuyla da ilgili:

mor ve ötesi- bir

“Titredim zamansızca, dün ve yarın yok oldu yanında”

Zaman, ne zaman işlemeye başlar; zamanın varlığını anlamak ne ile mümkündür? Bence bu sorunun yanıtı ona şahitlik edildiğinde olsa gerek. Şahitlik, bize delil sunar. Bunu yazının icadına değin götürebiliriz. Yazının olmadığı zamanlar hakkında bir fikrimiz yoktur ya da sadece varsayımlar yapabiliriz. Yazı ile gelen şahitlik, bize yargılama imkânı sağlar.

Şimdiye dönüp baktığımızda ise hayatımızda gerçekleştirdiğimiz her eylem bir değerlendirme sistemine tâbidir. Yapacağımız her seçim bize ve çevremize etki eder. Zamanın içinde önümüze çıkan fırsatlar olur. Bunları en iyi şekilde değerlendirmek zorunda olduğumuzu hissederiz. Ama bu noktada akışta kalabilmeyi başarmak diğer bir olması gerekenmiş gibi yüklenir bize. Toplumun bize yüklediği bu iki anlayış aslında bir tezat içerir : “Akışta kalmak ile fırsatları garantiye almak”

Geri dönüp bakıldığında mükemmel bir özgeçmiş yakalamış olmayı ve bunun insanlar tarafından da onaylanmasını arzu ederiz. Fırsatları iyi değerlendirip en iyisini elde etme isteği akışta kalabilmeyi oldukça zorlar. Çünkü fırsatların bize gelmesini bekleriz, tıpkı güzel günleri beklemek gibi. Akışa uymak ise önümüzdeki mutlu edebilecek anları yakalamak ve onları yaşamaktır.

Biz bu tezatlığı yaşarken zaman sanki sonu gelmeyecek bir hazineymiş gibi gelir ve onun akıp gittiğinin farkına varamayız. Bu tezatlığı çok güzel ifade ettiğini düşündüğüm, Dino Buzzati’nin Tatar Çölü adlı romanında Drago isimli karakterin yaşadığı bir durum şöyle ifade edilmiş:

“Önünde öyle çok zaman vardı ki! Tek bir yıl bile ona bitmez tükenmezmiş gibi geliyordu oysa güzel yıllar henüz başlamaktaydı; yıllar sonu gözükmeyen sınırsız bir diziye, insanın uğruna biraz sıkılmayı göze alabileceği halen hiç el değmemiş ve görkemli bir hazineye benziyordu.” (Sayfa: 75)

Bu güzel hazinenin bize yaşattığı buğu adeta bilincimizi ve farkına varma yetimizi de gölgeliyor sanki. Biz bu buğu içinde salınırken dün ve yarın birbirine karışıp bizi eylemsizliğe sokuyor:

“Dün ile evvelsi gün birbirinden farksızdı, onları birbirinden ayırt edebilmesi olanaksızdı; üç gün önce olmuş bir şey de yirmi gün önce olmuş bir şey de sonuçta ona eskiden olup bitmiş bir şey olarak görünüyordu. Böylece o ayırdına varamadan zaman akıp gidiyordu.” (sayfa: 73)

Zamanın bir parçası olmak ve kendimize iyi gelmek istiyorsak şimdinin anlamını iyi bilmemiz gerekiyor belki de. Aristoteles için de zamanın temelini “şimdi (nun)” kavramı oluşturur. Geçmiş, gelecek gibi parçalara sahip olan zamanın anahtarı, şimdidir. Ve bireyin de sahip olduğu en basit şeydir bence. Elimizdeki bu anahtarla açabileceğimiz kilitleri görebilmek ve eyleme geçebilmek ise öngörülü davranmanın kendisidir. Tabii ki öngörülü olabilmek ve bunun doğrultusunda harekete geçmek de biraz cesaret istiyor. Zaman hakkında naçizane bu yazıyı yazabilecek haddi kendimde bulduğuma göre cesaret de o kadar zor olmasa gerek :)